Kayıtlar

Eylül, 2019 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Anton Çehov'un Altıncı Koğuş'u Üzerine

Resim
Şüphe değil gerçeklerdir insanları delirten, der Nietszche. Keza gerçekleri ruhuna sindirmekten kendini alıkoyamayan Ivan Dmitriç kendini 6.koğuşta bulan bir deli olarak adlandırılır. Toplumun değer yargılarına ya da toplumsal öğretiye göre değerlendirildiğinde ise delirmemesi için hiçbir sebep yoktur. Belki de itinaf manisi ya da paranoid şizofreni dediğimiz hastalık onun sadece bir ufak kusurudur, öyle olması gerektiği için bu kusura sahiptir. Toplumun Ivan'ın üzerinde yarattığı etkiyi baz alacak olursak, Ivan'ın toplumdaki makulleştirilmiş sınıfın içinde yer alması imkansız hale gelmiştir. Bu imkansızlık Ivan'ı toplumdan ayıran kap kalın, kan kırmızısı bir çizgidir aslında.  Taşra onun için dev bir hapishanedir. Ona açlık, susuzluk, sefalet ve acı dışında hiçbir şey vermemiştir. Gençliği felaketlerle, parasızlıkla ve yalnızlıkla geçen Ivan'ın görkemli kasabaları ya da ışıklı şehirleri düşleyemeyecek olduğunu varsayabilir miyiz? Ivan'ın Gregor Samsa'dan te...

Zerkalo Üzerine

Resim
İnsanlığın hüznünü yıkacak tek şey vardır aslında; o da zamanın tek noktada toplanmış olduğu gerçeğidir. Düz bir çizgi değildir aslında. Hiç bir zaman o sonsuz, düz bir çizginin ortasında olamayız ve bulunduğumuz noktanın gerisi geçmiş, ötesi de gelecek değildir. Düz bir çizgi olarak gördüğümüz, küçük bir noktadan ibarettir. Zihinlerimiz ise karşı çıkar bu teze. Geçmişin hüznünü, geleceğin umudunu ve şimdinin hayal kırıklıklarını taşıtır bize. Tehlikeli, hastalıklı ve korkunç bir varlıktır o zihinlerimiz ve yaşar daima bizlerle.  Andrei Tarkovski, Zerkalo (Ayna) filminde zamanın sınırlarını yıktığı pek çok anı renklendirmiş, yıkamadığı ve geçmiş diye adlandırdığı hemen her anı ise siyah-beyaz yapmıştır. Kadının beklemiş olduğu "baba", ya da savaşa göndermiş olduğu kocası o zamansızlık sarmalının içinde daima durmaktadır. Kadrajdan ne kadar uzak kaldıysa da, filmin merkezindedir. Tıpkı filmi çeken Andrei Tarkovski'nin, Arkeniy Tarkovski'yi şiirleriyle merkeze aldığı...

Libertarias Üzerine

Resim
Rahibelerin ve fahişelerin aynı safta devrim yapabilmeleri için hiç bir sınıfsal farklılıklarının olması gerekmez. Sadece birbirlerine sırtlarını dayayıp aslında aynı bedenin, aynı ruhunda ve hatta aynı beynin aynı kıvrımlarında gezebilme yetilerine sahip olduklarını fark edebiliyor olmaları kafidir. Maria bir rahibeyken sorgulamayı başarıp faşist iktidarın karşısında dimdik durmayı başarabilir. Devletin her fırsatta küçümsediği genel ev, Maria'nın sığınağı hale gelmiştir. Seks işçileriyle birlikte aynı bedene girmiş ve asıl namussuz olanların karşısında namussuzlukla suçlananlarla birlikte aynı safta savaşmak istemiştir. Gerçekten de, "namus" denen kavram bir kadının mesleği ya da geçim kaynağı kadar küçük bir ayrıntı mıdır, yoksa insanları aç bırakan, aç kalmalarına dolaylı olarak seyirci kalan, onlara eziyet eden sermayedar, din adamı, üst düzey bürokrat ya da askerlerin asla sahip olamayacağı erdemler midir, bu sorgulanır. Devrimci cephede iç savaşın içinde yer alan...

Görülmüştür Üzerine

Resim
"Hisset, düşün ve yap" döngüsünü bozduğumuz an normal yaşam rotamızdan çıkarız ve o rotayı tekrar bulana kadar soluk alamaz, ruhumuzu dinleyemez ve sükuneti kendimizden çok uzak yerlerde ararız. Dibimizde durduğu halde saatlerce aradığımız bir nesne haline gelir dinginlik ve geçen zamanın üzerimizde yarattığı tahribat hafife alınamayacak kadar önemlidir. Döngüyü kırmaktan daha tehlikelisi de döngüyü kırdığımızın farkında olmamıza rağmen pusulasız bir halde kapkaranlık bir yolda hızla ilerlemeye devam ederiz. Ne sert bir duvara çarpacak olmamız ne de bir uçurumdan düşecek olmamızın hiçbir önemi yoktur. Üçünden biri eksikse muhakkak "saplantı" denen o iğrenç duygu sarar bizi ve teslim oluruz. Zakir düşünmeyi bırakır, doğrudan uygulamaya geçer sonunda düşünmeyi unutur. Çalştığı ceza evininde eşini ziyarete gelen bir kadın, sadece bir fotoğraf karesinde karşısına çıkmasına rağmen, kadını fazlasıyla hisseder. Bakışlarında anlam arar, yalnızlığına anlam katar, zihnine...

Halil Cibran'ın Ermiş'i ve Zerdüşt'ün Kürsü Bilgesi Üzerine

Resim
Bela Tarr'ın Torino Atı filminin girişinde şunu okuruz: "Nietszche yatağa bağlı iki sene daha yaşadı. Ata ne oldu, bilinmiyor." Filmi izlerken Nietszche'nin boynuna sarılıp vicdanının devinim kazandığı at hakkında biraz fikir edinmişizdir, peki ya meşhur eseri Böyle Buyurdu Zerdüşt'ün "İyi Uyku Üzerine" bölümünde uzun uzadıya konuşan ve Zerdüşt'ün pek de hazzetmediği Kürsü Bilgesi'ne ne olmuştur? Halil Cibran'ın Ermiş'i belki de Kürsü Bilgesi'ne o günden sonra neler olduğunu anlatıyordur... Kürsü Bilgesi iyi uyku üzerine konuştuğunda, Zerdüşt dayanamayıp ayrılmıştı tekkeden. Ancak aptalların uyku düşkünü olduğuna karar vermişti. Oysa Kürsü Bilgesi ile Zerdüşt arasında büyük bir fark yoktu. Ermiş diye bildiğimiz El-Mustafa, ya da Kürsü Bilgesi tıpkı Zerdüşt gibi yerinden kımıldayarak aydınlık saçmaya, daha doğrusu var olan aydınlığın farkındalığını arttırmak için bir topluma karışır. Zerdüşt nasıl kartalını ve yılanını dağ başınd...

Karanlık ve Aydınlık İhtiyacı

Resim
Hemen herkesin zihninde ya da bedeninin belli bölgelerinde açtığı delikler vardır aydınlığı aşmak için. Aydınlığın ötesindeki karanlık için öyle duru levhaları vardır ki; saf etten, kemikten ya da düşünceden oluşmaz. Hemen hepsi vardır o levhalarda ve saf bir elementmiş gibi parlar durur. Deleriz o levhaları karanlığı ve aydınlığı da aşma dürtümüzden, kendimizi kapsamak için bizi çağıran bambaşka varlıkları çağırırız. Kiminde çok delik, kiminde kocaman bir tek delik olur aslında. Amaç ise bellidir; karanlığın içini delik deşik ederek bilinmeyenin getirdiği ışıkları görmek isteriz. Dipteki bir kuyuya ya da mağaraya vuran ışık minvalinde bilinmeyeni görmeye, anlamaya, bulmaya çalışırız. O ışıklar deliklerden ya da delikten geçerek gözlerimizi kör edecektir belki de, önemi kalmamıştır artık. Bilinmeyenin ne kadar bilinir olabileceğini bilmek ya da bilememek uğruna deneriz şansımızı. Bir tabutta buluruz kendimizi. Bu soğuk bir kış gecesinde, dışarıdaki karanlığın anlamsızlıkları sessiz s...

Deus Ex Machina (Kısa Öykü)

Resim
Birbirimize uzun uzun bakıp susmaktan başka çaremiz yok. Artık sadece birbirimize bakabiliriz. Hah, unutmadan... Bir de yerde yatan şu cansız bedene de bakabiliriz midemiz kaldırdığı sürece. Hatta ceset de bize bakabilir. Sessiz, sedasız bir şekilde izleriz üç kişi birbirimizi. Bu önerim nasıl? diye sordum kızıl saçları beline kadar uzanmış, cehennemi çağıran bakışlarıyla beni kesen kadına. Donuk gözlerle yüzüme bakmaya devam edip başını çevirdi. Belli ki beğenmemişti önerimi. Bu kadar sessizlik iyi değildi... "Otopsi de anlaşılır nasılsa. Bir şey yapmadan bekleyelim." "Polisi çağıralım." "Eve girdiğimizi nasıl anlatacağız." "Arkadaşıyız deriz." Uzun zamandır düşmanlık beslediğimiz arkadaşımızın evine onun haberi olmadan girmemizi polise izah etmemizle hapis cezası almayı kabul etmek arasında pek de fark yoktu. Kodeste sonsuza dek birbirimizi izleyebilirdik. Bu öneri de pek tutmadı. "Korkmaya başladım." "Korkacak bir şe...

The Rope (Alfred Hitchcock) ve Üstün İnsan Üzerine

Resim
Übermensch (Üstinsan) kuramını en güzel anlatan filmlerden biridir The Rope. İyi ve kötü, doğru ve yanlış gibi zıtlıkların genel kabul görmüş ahlak prensipleri içinde yer alıyor olması insanoğlunun en büyük sıkışmışlığıdır. İnsan ile hayvan arasında kalmış yaratıkların önemseyebileceği ve hatta üzerine teoriler ve kuramlar üretebileceği kavramlardır bunlar. İnsanoğlu basittir nihayetinde, hayvanlar gibi dürtüleri vardır. Kendisine dikte edilen her türlü duyguyu, düşünce tarzını manipülasyonlara açık zihniyle adeta enjekte eder. Oysa enjekte ederken kendine ait bir şırıngası bile yoktur, toplumun şırıngasından kapar bütün bu virüsleri. Nietszche de tüm bu diyalektiklerin insanlar için yine insanlar tarafından yaratıldığını söyler. Haksız da sayılmaz. Kendi benliğine ulaşmaya çalışan herkes bir süre sonra uzaklaşır bu kavramlardan ve sorgulamaya başlar nihayetinde. Evrendeki varoluş amacını sorgularken iyi ve kötü, doğru ve yanlış hatta sevap ve günah gibi pek çok dogmayı da sorgulamış...

The Seventh Seal (Yedinci Mühür) Üzerine

Resim
Benliklerimiz her an ölümle burun burunadır, arkadaş olur onunla. Hele ki kişi kendi benliğini arıyorsa, yaşamını ve hislerini sorguluyorsa onu ara sıra nazikçe dansa davet etmekten asla imtina etmez. Bedeni ise öyle değildir. İç güdüsel bir tatbikatla korkar ölümden, sabit kalmak ister. Bedenimiz değişimleri sevmez çünkü. Ne hastalığı kaldırabilir, ne büyümeyi, ne de yaşlanmayı. Beden stabil kalmaktan yanadır, benlik gibi öğrenmeye, aramaya, keşfe, yaratıcılığa aşık değildir. Tarot kartlarındaki karakterler gibidir Yedinci Mühür filmindeki karakterler. Biraz tarot falı merakı olan ilk sekanslardan anlar. Ölüm, şövalye, aşıklar, soytarı, sihirbaz... Hiçbiri yaşamı olduğu gibi kabul etmezler ve arayış içindedirler aslında. Film bir arayış ile başlar ve yine arayışla biter, özet olarak bunu söyleyebiliriz. Ölüm teması öyle işlenmiştir ki; onlarca yıl süren Haçlı ordusunun iki neferi (bir şövalye ve onun silahdarı) ölümü yaşama dair basit bir enerji olarak hissederler. Şövalye ölümle ...

Kendi Doğasında Çözülenler

İçimde raydan çıkmış bir tren, trenin içinde oturan tek yolcu ben. Matruşka gibi iç içe, kaotik ve belirsiz bir yolculuk var bedenimde. Raydan her çıkışta içim ölüyor sadece, dışım ise midem gibi bulanıyor. Çürüyen bir trenin içimdeyim, kemoterapinin yanıt vermediği kanserli, rayları mezarlıklarda açık arttırmaya çıkarılmış bir tren. Yarım kalan bir şeyler var adımlarımda ve diğer yarısı bu dünyada değil. Olaysız dağılıyorum her düşüncemde, evrene yaptığım basın açıklamasında. Kendi doğamda çözülüp kafa tutuyorum Tanrı’ya. Tanrı önemsemiyor, içimdeki odaların kapısını çarpıp sızıyorum kerahat vakti. Kalkınca yine aynı durak, aynı mide bulantısı, aynı çırpınışlar. Kanım  dolanmaya nazlanmış, organlarıma zam gelmiş gibi bozuk ritimdeler. Bir deux ex machina istiyorum Tanrı’dan, su kartı takılınca gelen gürlemenin cenabetliğimi sona erdireceğine inandığım..

Hanım Üzerine

Resim
Liberal ekonominin ideolojileri sindirip genç kuşağı git gide toplumdan koparıp münferitleştirdiği bir dönemdir seksenler. Maddi kaygıların ruhu söndürdüğü, ani mutsuzluk semptomplarının nevrotik bireyler yarattığı bir dönemdir. Hanım da bu dönemlerde çekilmiştir. Eski İstanbul Hanımefendisi olarak adlandırdığımız teyzelerimizden biridir Olcay Hanım. Çok uzaktan görürüz nezaketini ve zerafetini. Yanına gidip de selam verirsek, gülümseyerek merhaba diyerek içimizi ısıtacak bir kadındır. Ne var ki tüm bu pozitifliğine rağmen kısa bir süre sonra yapacağı tuhaf ve gizemli yolculuk korkutmaktadır onu. Yavaş yavaş demir perdeler örmeye başlamıştır çevresindekilere. Vazgeçemeyeceği tek kişi kalmıştır, "Hanım". Kedisidir fakat bir kediden öte can yoldaşıdır onun için. Kızı tıpkı seksenler ortasında baş gösteren duyarsız gençliğin bir neferi olmuştur otuzlu yaşlarına rağmen. Annesi yoktur onun için aslında. O da kızının varlığını hissedemez artık. Üzülemez de. Toplumu liberal ekonom...