Anton Çehov'un Altıncı Koğuş'u Üzerine

Şüphe değil gerçeklerdir insanları delirten, der Nietszche. Keza gerçekleri ruhuna sindirmekten kendini alıkoyamayan Ivan Dmitriç kendini 6.koğuşta bulan bir deli olarak adlandırılır. Toplumun değer yargılarına ya da toplumsal öğretiye göre değerlendirildiğinde ise delirmemesi için hiçbir sebep yoktur. Belki de itinaf manisi ya da paranoid şizofreni dediğimiz hastalık onun sadece bir ufak kusurudur, öyle olması gerektiği için bu kusura sahiptir. Toplumun Ivan'ın üzerinde yarattığı etkiyi baz alacak olursak, Ivan'ın toplumdaki makulleştirilmiş sınıfın içinde yer alması imkansız hale gelmiştir. Bu imkansızlık Ivan'ı toplumdan ayıran kap kalın, kan kırmızısı bir çizgidir aslında. 

Taşra onun için dev bir hapishanedir. Ona açlık, susuzluk, sefalet ve acı dışında hiçbir şey vermemiştir. Gençliği felaketlerle, parasızlıkla ve yalnızlıkla geçen Ivan'ın görkemli kasabaları ya da ışıklı şehirleri düşleyemeyecek olduğunu varsayabilir miyiz? Ivan'ın Gregor Samsa'dan tek farkı kendini dev bir böcek olarak bulmamasıdır. O, taşrada küçük bir böcektir ve böceklik onun için muhtelif bir mesele değildir. Muhtelif olan, etrafındaki diğer böceklerin ondan çok daha küçük, cahil ve gereksiz olmasıdır. Kendisini bulduğu her gazete sayfasını, takvim yaprağını, dergiyi, kitabı okumaya adar. Hatta varlığının sebebini dahi okumayla bütünleştirir. Onu kasabadaki cahil, gereksiz ve tuhaf insanlardan ayıran tek şey de budur aslında. Kimseyle anlaşamayan, daima depresif ve nevrotik bir adam; sebebiyle sonucunu aynı noktada toplamayı başarmıştır. Acı ve felaket içinde geçen bir gençlik onu sürekli sinirli, bağırarak konuşan biri yapmışken; kaba ve saygısız tutumlarıyla sürekli yalnızlaşmaya mahkum olmuş bir adam acı ve felaket içinde yaşamaya devam etmektedir. 

Taşra bile onun için kafi derecede can sıkıcı bir ceza eviyken, başka bir ceza evine girme düşüncesi bile onu delirtir. Hiç bir adli suçu olmamasına rağmen sadece gördüğü iki suçluya acıması onu itinaf manisi olmaya iter bir anda. Bu Ivan Dmitriç gibiler için çok da beklenmedik bir son değildir. Toplumdan kendini soyutlamasına yardımcı olan iki mahkum, beynindeki bardaktan taşan son damladır artık. Kendisini altıncı koğuşta bulur.

Kendisiyle konuşan, tartışan, durum değerlendirmesi yapan ve hayatında acıyı hiç tatmamış ve onun zıttı denilecek kadar net bir şekilde tanımlanan doktor Andrey Yefimiç ise Ivan'ın tek dostudur. Acıyı tatmayan ve acının içsel olduğunu savunan, dış etkenlerin aldatıcı olduğunu iddia eden ve hatta ünlü filozof Diogenes'in bile fıçı içerisinde ne kadar da mutlu mesut yaşayabildiğinden dem vuran Yefimiç, Ivan'ın dikkatini çeker. Dikkatini çekmekle kalmaz, nevrotikliğini arttırmasına sebep olur. Sonunda hastalığına yenik düşer ve Yefimiç'in onu tutuklamaya gelen bir polis olduğunu düşünür. Aldığı cevap ise bir nihilist edasıyla verilmiş, sıradan basit bir sözdür. Bu basitliği ve yalınlığı kaldıramayan Ivan zihnindeki nevrotik ve depresif karakteri birden yok eder. Dostluğun, muhabbetin ve sıcaklığın ne denli önemli olduğunu anlar artık. Yefimiç ise dışsal etkenlerin, içsel etkenlerin yanında son derece anlamsız olduğunu savunurken gereksiz cesaretini sonunu beyin kanamasından ölecek kadar güçlü bir acının yerine bırakır. 

Ivan'ın Yefimiç'i acının içselliği kadar dışa vurumsallığı ve fiziksel hissiyatı konusunda bir türlü ikna edememiş olması ise şunu sorgulatır bize:

Gerçekten kim doktor, kim hasta? 


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İyi ve Kötünün Edebiyat Üzerindeki Etkisi

Riso Amaro Üzerine

Görülmüştür Üzerine