The Seventh Seal (Yedinci Mühür) Üzerine
Benliklerimiz her an ölümle burun burunadır, arkadaş olur onunla. Hele ki kişi kendi benliğini arıyorsa, yaşamını ve hislerini sorguluyorsa onu ara sıra nazikçe dansa davet etmekten asla imtina etmez. Bedeni ise öyle değildir. İç güdüsel bir tatbikatla korkar ölümden, sabit kalmak ister. Bedenimiz değişimleri sevmez çünkü. Ne hastalığı kaldırabilir, ne büyümeyi, ne de yaşlanmayı. Beden stabil kalmaktan yanadır, benlik gibi öğrenmeye, aramaya, keşfe, yaratıcılığa aşık değildir.
Tarot kartlarındaki karakterler gibidir Yedinci Mühür filmindeki karakterler. Biraz tarot falı merakı olan ilk sekanslardan anlar. Ölüm, şövalye, aşıklar, soytarı, sihirbaz... Hiçbiri yaşamı olduğu gibi kabul etmezler ve arayış içindedirler aslında. Film bir arayış ile başlar ve yine arayışla biter, özet olarak bunu söyleyebiliriz.
Ölüm teması öyle işlenmiştir ki; onlarca yıl süren Haçlı ordusunun iki neferi (bir şövalye ve onun silahdarı) ölümü yaşama dair basit bir enerji olarak hissederler. Şövalye ölümle karşılaştığında benliğinin değil bedeninin ancak ondan korktuğunu söyler. Ölüm, siyah peleriniyle herkese dehşet saçarken ve en ufak bir aptallığa tahammül etmeyip kendisini tiye alanları anında yanına çekerken; şövalyenin gözlerindeki merak ise ilgisini çeker. Şövalye onunla gitmek istemez ve siyah pelerinin altına girmeyi reddeder. Ölümden mühlet istemez, merhamet de dilemez aslında ve sadece satranç oynamak ister. Satranç ise bahanedir aslında, sorgulayan ve merak eden; kendini arayan herkes birileriyle her diyaloğunda satranç oynuyordur. Düşünür ve güzel bir hamle yapar, satrançta ölümü alt ederse onunla gitmeyecektir. Ölüm kabul eder ve bu zorlu rakibi orada alt etmez. Bir sonraki sahnelerde tekrar karşılaştıklarında nihilist bir kuyunun içinde yüzmekten boğulan şövalye, içindeki tanrı inancının onu rahatsız ettiğini söyler. Gerçekten de çoğu zaman sorgulayan insanlar için büyük bir dert olmuştur bu. Merak eder nereye gideceğini. Eğer yaşam bir hiçlikse, ölüm de bir hiçliktir. Hiçliğin içinde nefes alma arzusu ise insanın esaretidir. Vebalı bir çağda sürekli cadı diye adlandırılarak yakılan kadınlar, korkunç ve iğrenç kokulu tütsüleriyle tiyatro sahnesinde dans eden soytarıları bile bir anda ölümün gerçeğiyle ve daha doğrusu kendi gerçekleriyle tanıştıran kara cübbeli rahipler ve ölümü sırtlarında taşıyan muhafızlar şövalyenin hiçliğini, varlığını ve tanrıyı sorgulamasına sebep olur. Sorguladığımız bir çağda, sorgulanırız aynı zamanda. O enerjiyi hissederiz mutlaka ve evrene ne verirsek, o da aynısından sunar bize. Bu şövalye için de geçerlidir.
Şövalye sıradan bir aileyle karşılaştığında, kendisinden çok yorulduğunu söyler. Kadın onu anladığını söylediğinde şövalye sanki yaşamın tüm sırlarını arayan bir tek kendisiymiş gibi onu küçümser ve gerçekten anlayıp anlamadığını sorar. Kadının verdiği cevap ise çok acıdır ve ona göre daha düz bir hayat yaşamasına rağmen (kocasına yemek pişirmesi, çocuğuna bakması) "insanın kendine eziyet ettikleri bir dünyada" yaşadıklarını söyler. Varlık ve varoluş acıdır gerçekten. Kadın bunları çoktan çözmüştür fakat onun için sıradanlaşmıştır. Determinist bir felsefeyle kabul etmiştir her şeyi ve bu yüzden şövalye kadar yorgun değildir. Benliği bedeninden sonra gelir.
Şövalye kadar derin bir karakter daha vardır aslında, o da silahtarıdır. Stavrogin karakterinden esinlenilerek yazıldığı aşikardır. Acımasızdır, kabullenmez hiçbir şeyi. Her şeyin hiçlikten ibaret olduğunu savunur. Tıpkı Stavrogin gibi büyülü bir tartışma ortamında çalınan lirin anlamsızlığına kulak kabartmaz, korkunç bir düellonun ortasında alaycı tavırlarla öylesine duruverir. Tıpkı Stavrogin gibi inandığı zaman inandığına inanmaz ve inanmadığı zaman da inanmadığına inanmaz. Vebadan acı çekerek ölen bir adamı (bu adamı önceden tanır ve ona haklı olarak sert davranır, hatta döver) umursamaz hatta cenazesini bile kaldırmaz. Cadı suçlamasıyla diri diri yakılan bir kadının gözlerinde hiçliği gördüğünü söyler. Hiçlik bir şeyleri son anda açığa çıkarmıştır artık, ölümün bir anlamı yoktur. Ölüm de yaşama eşittir. Bunu kendisi dahi ölümle karşılaştığında hala iddia eder. Bu gerçeğin bilinmiyor olmasına isyan ettiğini vurgular ve ölüm geldiğinde hiçliğe sarılır. Aşk yerine acıyı, yaşam yerine ölümü, cennet yerine cehennemi tasvir eden tek yönlü bir Dante gibi duran ressamın rahatsız edici ve karamsar sözlerine bile kulak kabartmaz, aslında içimizde hep taşıdığımız o vurdumduymaz boşvermiş fakat kendini her zaman örtpas etmiş adam gibi. İçimizde böyle bir insan hep vardır ama biz ona kulak vermeyiz, bu kadar gerçekle nefes almak yorar bizi; biliriz. Silahtar kadar realist olup da hedonist bedenlerimizden vazgeçemeyiz. Silahtar o yüzden ressamla değil, hepimizle alay eder aslında.
Tecavüzden ve gasptan kurtulan bir kadın vardır ve her şeyin biteceğini söyler ölüm geldiğinde. Ölüm onun için kurtuluştur. İstemediği, ona hiç yakın olmayan bir yaşamı üzerinde taşımaktadır. Gözlerinde endişe ve umut arası bir parıltı görülür. Onun için ölüm bir kurtuluş, bir çıkıştır. Ne şövalye gibi son anda tanrının varlığını zoraki olarak hissetme ihtiyacı duyar ölüm karşısında, ne de şövalyenin silahdarı gibi hiçliğe sarılır. O kurtuluşu aramaktadır ve bedenen yaşamaktan o kadar sıkılmıştır ve sıkışmıştır ki; ayrı bir yaşam sunulmasını ister önüne o kadar.
Bilinçlerimiz her daim ölümü hisseder aslında. Ölüm yanımızda kol gezer ve bizimle beraber kahve içer, kitap okur, romantizm yaşar, sinema izler, sevişir ve en sevdiğimiz yemekleri bile bencilce tüketirken bize eşlik eder. Bizim ona olamadığımız kadar yakındır aslında. Sadece kendini hissettirmez bize, yaşama dair heveslerimizin kırılmasını istemez. Nazik biridir ölüm, kırılmaya değmez. Kırıldığını ve unutulduğunu anladığı an çat diye gelip halimizi hatrımızı dahi sormadan istediğini alır keza.
Hiçliğin, Tanrı'nın ve ölümün eşkenar bir üçgen oluşturduğu bir evrende tam ortada durup hemen her yere dik çizgilerimizi çekerek adını kader verdiğimiz sarmalda ilerliyoruz. Yaşam da, ölüm de bizimle birlikte koşuyor ve o üçgenin içinde bizleri bir pinpon topu gibi savurup duruyorlar aslında.
Basit birer enerji parçası olduğumuz, ölüm sonrasının pek de bir muamma gibi göründüğü bir yerde bu kadar farklılık, birbirimizden farksız olduğumuzun göstergesi aslında. Ölüm ve yaşamın çizgileri burada kesişiyor ve bize güzel bir mesaj veriyorlar:
Her şey sona erdiğinde muammayı öğrenip öğrenemeyeceğimiz dahi bir muamma. Belki de her şey o kadar belirgin ve düzdür ki, bu belirginlik bizi muamma aramaya sevk ediyordur. Arayışlarımız önce kendi benliğimizde olmalıdır belki de.
Çünkü ölüm de bizim gibi bir enerjidir, onu kendimizden biri görmezsek yedinci mühür beklediğimizden çok daha kısa bir sürede açılabilir ve o kanlı, felaketler ve acılar getiren savaş bir göz kırpması kadar anlık oluşabilir. Deccal'in mi Mesih'in mi yoksa kendi tarafımızda mı savaşacağımızın garantisi de yoktur.
Benlikten daha tuhaf ve belirsiz ne olabilir ki; ölüm veya yaşamdan belirginlik bekleyelim? Bu kadar anlamsızlığı anlamlandıracak kadar idealist bir beden kendini anlamsızlaştırır aksi taktirde.
Tarot kartlarındaki karakterler gibidir Yedinci Mühür filmindeki karakterler. Biraz tarot falı merakı olan ilk sekanslardan anlar. Ölüm, şövalye, aşıklar, soytarı, sihirbaz... Hiçbiri yaşamı olduğu gibi kabul etmezler ve arayış içindedirler aslında. Film bir arayış ile başlar ve yine arayışla biter, özet olarak bunu söyleyebiliriz.
Ölüm teması öyle işlenmiştir ki; onlarca yıl süren Haçlı ordusunun iki neferi (bir şövalye ve onun silahdarı) ölümü yaşama dair basit bir enerji olarak hissederler. Şövalye ölümle karşılaştığında benliğinin değil bedeninin ancak ondan korktuğunu söyler. Ölüm, siyah peleriniyle herkese dehşet saçarken ve en ufak bir aptallığa tahammül etmeyip kendisini tiye alanları anında yanına çekerken; şövalyenin gözlerindeki merak ise ilgisini çeker. Şövalye onunla gitmek istemez ve siyah pelerinin altına girmeyi reddeder. Ölümden mühlet istemez, merhamet de dilemez aslında ve sadece satranç oynamak ister. Satranç ise bahanedir aslında, sorgulayan ve merak eden; kendini arayan herkes birileriyle her diyaloğunda satranç oynuyordur. Düşünür ve güzel bir hamle yapar, satrançta ölümü alt ederse onunla gitmeyecektir. Ölüm kabul eder ve bu zorlu rakibi orada alt etmez. Bir sonraki sahnelerde tekrar karşılaştıklarında nihilist bir kuyunun içinde yüzmekten boğulan şövalye, içindeki tanrı inancının onu rahatsız ettiğini söyler. Gerçekten de çoğu zaman sorgulayan insanlar için büyük bir dert olmuştur bu. Merak eder nereye gideceğini. Eğer yaşam bir hiçlikse, ölüm de bir hiçliktir. Hiçliğin içinde nefes alma arzusu ise insanın esaretidir. Vebalı bir çağda sürekli cadı diye adlandırılarak yakılan kadınlar, korkunç ve iğrenç kokulu tütsüleriyle tiyatro sahnesinde dans eden soytarıları bile bir anda ölümün gerçeğiyle ve daha doğrusu kendi gerçekleriyle tanıştıran kara cübbeli rahipler ve ölümü sırtlarında taşıyan muhafızlar şövalyenin hiçliğini, varlığını ve tanrıyı sorgulamasına sebep olur. Sorguladığımız bir çağda, sorgulanırız aynı zamanda. O enerjiyi hissederiz mutlaka ve evrene ne verirsek, o da aynısından sunar bize. Bu şövalye için de geçerlidir.
Şövalye sıradan bir aileyle karşılaştığında, kendisinden çok yorulduğunu söyler. Kadın onu anladığını söylediğinde şövalye sanki yaşamın tüm sırlarını arayan bir tek kendisiymiş gibi onu küçümser ve gerçekten anlayıp anlamadığını sorar. Kadının verdiği cevap ise çok acıdır ve ona göre daha düz bir hayat yaşamasına rağmen (kocasına yemek pişirmesi, çocuğuna bakması) "insanın kendine eziyet ettikleri bir dünyada" yaşadıklarını söyler. Varlık ve varoluş acıdır gerçekten. Kadın bunları çoktan çözmüştür fakat onun için sıradanlaşmıştır. Determinist bir felsefeyle kabul etmiştir her şeyi ve bu yüzden şövalye kadar yorgun değildir. Benliği bedeninden sonra gelir.
Şövalye kadar derin bir karakter daha vardır aslında, o da silahtarıdır. Stavrogin karakterinden esinlenilerek yazıldığı aşikardır. Acımasızdır, kabullenmez hiçbir şeyi. Her şeyin hiçlikten ibaret olduğunu savunur. Tıpkı Stavrogin gibi büyülü bir tartışma ortamında çalınan lirin anlamsızlığına kulak kabartmaz, korkunç bir düellonun ortasında alaycı tavırlarla öylesine duruverir. Tıpkı Stavrogin gibi inandığı zaman inandığına inanmaz ve inanmadığı zaman da inanmadığına inanmaz. Vebadan acı çekerek ölen bir adamı (bu adamı önceden tanır ve ona haklı olarak sert davranır, hatta döver) umursamaz hatta cenazesini bile kaldırmaz. Cadı suçlamasıyla diri diri yakılan bir kadının gözlerinde hiçliği gördüğünü söyler. Hiçlik bir şeyleri son anda açığa çıkarmıştır artık, ölümün bir anlamı yoktur. Ölüm de yaşama eşittir. Bunu kendisi dahi ölümle karşılaştığında hala iddia eder. Bu gerçeğin bilinmiyor olmasına isyan ettiğini vurgular ve ölüm geldiğinde hiçliğe sarılır. Aşk yerine acıyı, yaşam yerine ölümü, cennet yerine cehennemi tasvir eden tek yönlü bir Dante gibi duran ressamın rahatsız edici ve karamsar sözlerine bile kulak kabartmaz, aslında içimizde hep taşıdığımız o vurdumduymaz boşvermiş fakat kendini her zaman örtpas etmiş adam gibi. İçimizde böyle bir insan hep vardır ama biz ona kulak vermeyiz, bu kadar gerçekle nefes almak yorar bizi; biliriz. Silahtar kadar realist olup da hedonist bedenlerimizden vazgeçemeyiz. Silahtar o yüzden ressamla değil, hepimizle alay eder aslında.
Tecavüzden ve gasptan kurtulan bir kadın vardır ve her şeyin biteceğini söyler ölüm geldiğinde. Ölüm onun için kurtuluştur. İstemediği, ona hiç yakın olmayan bir yaşamı üzerinde taşımaktadır. Gözlerinde endişe ve umut arası bir parıltı görülür. Onun için ölüm bir kurtuluş, bir çıkıştır. Ne şövalye gibi son anda tanrının varlığını zoraki olarak hissetme ihtiyacı duyar ölüm karşısında, ne de şövalyenin silahdarı gibi hiçliğe sarılır. O kurtuluşu aramaktadır ve bedenen yaşamaktan o kadar sıkılmıştır ve sıkışmıştır ki; ayrı bir yaşam sunulmasını ister önüne o kadar.
Bilinçlerimiz her daim ölümü hisseder aslında. Ölüm yanımızda kol gezer ve bizimle beraber kahve içer, kitap okur, romantizm yaşar, sinema izler, sevişir ve en sevdiğimiz yemekleri bile bencilce tüketirken bize eşlik eder. Bizim ona olamadığımız kadar yakındır aslında. Sadece kendini hissettirmez bize, yaşama dair heveslerimizin kırılmasını istemez. Nazik biridir ölüm, kırılmaya değmez. Kırıldığını ve unutulduğunu anladığı an çat diye gelip halimizi hatrımızı dahi sormadan istediğini alır keza.
Hiçliğin, Tanrı'nın ve ölümün eşkenar bir üçgen oluşturduğu bir evrende tam ortada durup hemen her yere dik çizgilerimizi çekerek adını kader verdiğimiz sarmalda ilerliyoruz. Yaşam da, ölüm de bizimle birlikte koşuyor ve o üçgenin içinde bizleri bir pinpon topu gibi savurup duruyorlar aslında.
Basit birer enerji parçası olduğumuz, ölüm sonrasının pek de bir muamma gibi göründüğü bir yerde bu kadar farklılık, birbirimizden farksız olduğumuzun göstergesi aslında. Ölüm ve yaşamın çizgileri burada kesişiyor ve bize güzel bir mesaj veriyorlar:
Her şey sona erdiğinde muammayı öğrenip öğrenemeyeceğimiz dahi bir muamma. Belki de her şey o kadar belirgin ve düzdür ki, bu belirginlik bizi muamma aramaya sevk ediyordur. Arayışlarımız önce kendi benliğimizde olmalıdır belki de.
Çünkü ölüm de bizim gibi bir enerjidir, onu kendimizden biri görmezsek yedinci mühür beklediğimizden çok daha kısa bir sürede açılabilir ve o kanlı, felaketler ve acılar getiren savaş bir göz kırpması kadar anlık oluşabilir. Deccal'in mi Mesih'in mi yoksa kendi tarafımızda mı savaşacağımızın garantisi de yoktur.
Benlikten daha tuhaf ve belirsiz ne olabilir ki; ölüm veya yaşamdan belirginlik bekleyelim? Bu kadar anlamsızlığı anlamlandıracak kadar idealist bir beden kendini anlamsızlaştırır aksi taktirde.
Yorumlar
Yorum Gönder