İyi ve Kötünün Edebiyat Üzerindeki Etkisi
İyinin ve kötünün ne olduğunu anlamak için, ne olmadığını da anlamak gerekir muhakkak. Bugün edebiyata etki eden pek çok sosyal olay, düşünce akımı ya da yaşamımızda çağrışımlar yaratan hemen her olgu edebiyatın bir parçasıdır roman türündeki eserlerin hemen hepsinde okuyucunun iyi veyahut kötü diye adlandırdığı karakterler bulunur. Peki iyi ve kötü edebiyata girmeden evvel nasıl tanımlanır? İyi ya da kötüye kim karar verir? Bunun cevabı ne yazar, ne de okuyucudur aslında. Hatta net ve kesin yargılara varılabilecek bir cevap vermemiz de pek mümkün değildir. Bir şeyin iyi ya da kötü olduğunu anlayabilmek için, öncelikle tam olarak ne olduğunu ya da ne olmadığını anlamamız gerekir belki de.
Descartes iç meşhur septik yaklaşımı olan corgito ergo sum ile başlar tüm hikayemiz. Descartes’ın her şeyden kuşku duyabildiğini fakat şüphe duymaktan kuşu duymadığı için şüphecilikle varlığı ilişkilendirir. Bunun derinleme incelemesini Martin Heidegger'in Varlık ve Zaman eserinde görürüz keza. Peki Descartes hemen her şeyden şüphe duyabiliyorsa ve bugün literatüre geçen iyi ya da kötü kavramları öncelikle bizim şüphe ve düşüncelerimizden geçmiyorsa, gerçekten de kısıtlı bilinçlerimizle algıladığımız kadar mıdırlar? Bunun için muhakkak öncelikle toplumun etik diye algıladığı kavramı gözden geçirmemiz gerekir.
Hırsızlığ ele alalım. Hammurabi kanunlarından bu yana hiçbir toplum hırsızlığa göz yummaz ve idama kadar giden yaptırımlarla suçlu bulduğu kişileri cezalandırır. Devletler dahi henüz oluşmamışken, halk kendi cezasını vermektedir bu suçu işleyenlere. Hatta bugün bile pek çok Güney Afrika ülkesinde devlet varlığını hissettiremese bile, gasp ya da hırsızlık suçu işleyen kişilerin kalemini bizzat halk kırar. Gerçekten de böyle midir? Hırsızlık suç mudur, bunu tartışamayız elbette. Yasalar önünde de, vicdanlar önünde de suçtur pek ala. Peki Howard Pyle hırsızlar için tam olarak ne hisseder de Robin Hood karakterini yaratır ve onu iyi niyetli bir hırsız olarak gösterir? Robin Hood'u okuyanlar sonunun oldukça hazin olduğunu görürler. Robin Houd sonuç olarak bir gaspçıdır, bir serseridir ve kolluk güçleri tarafından öldürülür. Yaşar Kemal'in İnce Memed'i dağa çıkan bir eşkıyadır fakat asıl hırsız Abdi Ağa'd. Her ne kadar asırlardır Abdi Ağalar gerçek savaşları kazansa da, roman da savaşın galibi İnce Memed olmuştur ve asıl hırsız olan Abdi Ağa İnce Memed tarafından öldürülmüştür. Gerek doğuda, gerek batıda hırsızlar pek sevilmez genel anlamda. Çünkü varlığını hissettiğimiz şey (canımız, malımız, sevdiğimiz) zarar gördüğü an kendimizi tehlikede hissederiz. Canımıza kast eden de, malımıza kast eden de bir hırsızdır bu bağlamda. Katiller de birer hırsızlardır ve sonuç olarak cezalandırırlar. Bunu hislerimizle genel etik kurallarına sığdırdığımız gibi zamanla yasalara da sığdırmışızdır. Aslında hemen her şey, hislerimizden yola çıkarak oluşturduğumuz normlardan gelir. Peki bu olaylara diğer karakterler gözünden bakarsak ne değişir?
Örneğin, Abdi Ağa'nın baş karakter olduğu ve kapitalizmin, sömürücülüğün ve hatta emek-yoğun ekonomi modelinin yer aldığı Çukurova'da, Abdi Ağa'yı haklı bulan hiç mi olmamıştır? Bu kitabı o dönemde yaşayan bir ağa, bir patron ya da yüksek mertebelerde yönetici olarak çalışmış bir kamu ya da devlet görevlisi muhakkak ki onun zalimliğini değerlendirirken kendisinde de bir şeyler bulacaktır. Onun alışılageldik yaklaşımı ve yaşam tarzı aslında Abdi Ağa'yı haklı çıkaracaktır. Nitekim, Abdi Ağa'nın tek amacı ve hatta yaşama tutunma arzusu sermayesini arttırmak, daha fazla hükmetmek ve hep daha fazlasını istemek olmuştur. Onun için bir sınır yoktur. Arttırmak, kazanmak ve istemek onun varoluş amacı olmasa bile bir süre varoluş aracı haline gelmiştir. Abdi Ağa'nın toprakları, atları ve arzuları olmasa Abdi Ağa aslında fiziken var olsa bile; ruhen çöküp gidecektir. Daha da ilginci, İnce Memed olarak bilinen ve iyi karakter olarak görülen kişinin varlığından haberdar olabilmemiz için öncelikle Abdi Ağa olmalıdır. Eğer Abdi Ağa'nın zulmü olmasa, İnce Memed'in onurlu ve erdemli sayılan direnişi de hiç olmayacaktı ve burada iyi olarak adlandıracağımız bir karakter de yaratılmamış olacaktı. Memed köyünde sıradan bir maraba olarak hayatına devam etseydi kısaca bir hiç olacaktı. Burada kötülüğü acımasızca eleştirmek yerine, iyiliğin sorgulanması daha rasyonel olacaktır keza. İyi ve kötü kavramları yer değiştirmese bile, varlıkları açısından birbirleriyle olan etkileşimleri bilhassa mecburidir.
Yine başka bir suç olan cinayet temasını ele alırsak; Rodyan Raskolnikov, Smerdyakov ya da Meursault birer katil olmasına karşın edebiyat çerçevesinde ne kadar iyidir ya da ne kadar kötüdür? Rodyan Raskolnikov'un Alyona Ivanovna ve onun kızkardeşi Lizaveta Ivanonva'yı vahşice katletmesine rağmen, bugün edebiyat dünyasında onu resmen gri bir karakter olarak görürüz. Kendisi ne kara, ne de ak gibi aktarılmıştır Dostoyevski tarafından. Zalim bir kadını ve onun tam aksine melek gibi olan Lizaveta'yı katleden Rodyan Raskolnikov'u gri yapan itiraflarıydı keza. Sonya ismindeki seks işçisinin ayaklarına kapanırken masum ve zavallı bir adama dönüşmüştü. Bu siyah ve beyaz görüntü bir araya gelince okuyucu da artık gri bir Raskolnikov görmeye başlamıştı. Onun için ne kötü, ne de iyi diyebiliyorduk. insan öldürmenin gerekliliğini öyle güçlü hislerle ifade etmişti ki belki de içinde biraz şiddete meyilli olan herkes Alyona'yı öldüren Raskolnikov'u o an içten içe tebrik ediyordu.
İyiyi de kötüyü de yaratan tamamen bizim kısıtlı bilinçlerimiz değilse ve iyi ya da kötü insan doğduğunda yanında bir bilinç kılavuzu olmadığı da aşikarsa; iyi ve kötü nasıl tanımlanabilir? Bu net bir biçimde tanımlanamaz. İyi ve kötü kavramları tıpkı Raskolnikov'u algılamaya çalışan okuyucunun manipüle edilmiş zihni kadar bulanıktır artık. Zihin ve bilincin ne kadar da tehlikeli olduğunu bizlere ispat eden Dostoyevksi, Karamazov Kardeşler kitabında ise Suç ve Ceza'daki Rodyan'ın aksine bilerek, zerre vicdan azabı duymadan korkunç bir cinayet işleyen Smardyekov'u yaratmıştır. Baba Karamazov bizzat üveyoğlu Smardyekov tarafından acımasızca katledilirken, kitabın başından beri nefret ettiğimiz Baba Karamazov ve onun katili olduğunu düşündüğümüz Mitya,ne derece kötü ve ne dercede iyidir, karar veremeyiz. Haksız yere katillikle suçlanan Mitya hapse girdiğinde ona üzülürüz fakat babasını öldürme isteğini her zaman içinden geçirdiğini de biliriz. Bir diğer kardeş Ivan Karamazo ise, cinayeti işlememesine rağmen kitabın sonlarına doğru gerçek katil olarak karşımıza çıkar aslında. Smardyekov ile olan konuşmasında; Smardyekov ona babasını öldürmek istediğini gözlerinden anladığını ve bunu bastırdığını, asla cesaret edemediğini açık açık gayet nazik bir dille ifade eder ve Ivan her ne kadar tepki vermiş olsa da; Smardyekov'u haklı bulur. Smardyekov sürekli dışlanmış, evin uşaklığını yapmış bir üvey oğul olsa da Ivan Karamazov'un bilincidir aslında. Kanlı canlı bir bilinçtir ve Ivan artık sanrılarında konuştuğu şeytanın bizzat Smardyekov olduğunu anlar. Bilincindeki o kötü yaratık, şeytan ya da her kimse onu artık ele geçirmiştir. Hapse giren Mitya, Smardyekov'u harekete geçiren Ivan, misyonunu tamamladıktan sonra yaşamına son veren ise Smardyekov'dur. İyilik meleği gibi duran, hemen herşeyi din ve inançla bastırmaya çalışan Alyoşa Karamazov ise olayların dışında, kayıtsız pasif bir suçludur. Bu cinayet dört kardeşin ortak çabalarıyla işlenmiştir aslında. İyiliği ya da kötülüğü böylesine kaotik bir dünyada kime atfedebiliriz ki?
Camus'un meşhur Yabancı eserindeki Meursault da aynı zamanda bir katildir. Kendisi varoluşçu, yarı nihilist bir karakter olduğu için pek çok şeyi anlamsız bulur. Annesinin ölümüne dahi zerre üzülmez. Hiç bir sebep yok denilebilecek bir durumda, havanın oldukça sıcak olduğu bir günde birkaç saat önce dostunun tartıştığı bir Arab'ı silahını çekerek öldürür. Birkaç saat önce, sırf ana karakter olmadığı için öldürülen o Araptan pek çoğumuz nefret etmiş, onu kötü karakter olarak kurban etmişizdir aslında. İnsan zihni böyledir. İyi ya da kötüyü seçmek için değişkenlere ve çevredeki etkenlere ihtiyaç duyar. Yönlendirilmeye ve manipüle olmaya o kadar müsaittir ki; yönlendirildiğini bildiği halde buna tepki vermez ve romanı akışında okumaya devam eder. Kitap bitmeden asla düşünemez kimin iyi, kimin kötü olduğunu. Meursault da aslında böyledir. Arapı öldürmesi bir suçtur ve bunun cezasını çeker; fakat asıl yargılandığı suç Arap'ı öldürmesi değildir. Hiç bir şeye inanmayan biri olması, annesinin vefatına dahi üzülmemesi ve mahkeme heyetinin bunları kendisine sorduğunda cevap vermemesidir. Kitabın bu bölümünde de suç da, suçlu da, sanık da, hakim de, iyi de, kötü de adeta rol değişir. Meursault'un hakimi yargılamaya başladığını hissederiz. Değişkenlikler baş gösterdiği vakit korkunç bir rahatsızlık kaplar içimizi ve artık şunu anlarız.
İyi ve kötü diye bir şey yoktur aslında, bilinç ve etkenler vardır. Toplumsal öğretiler, dogmalar, normlar ve tabular vardır. Edebiyat ise kökü edep kelimesinden gelmesine rağmen; bu sistemin bir parçası olmayı reddeder. Zira doğru ya da yanlış diye önümüze dayatılan bir eserle, sorgulamamızı bize hissettiren bir eser aynı noktada kesişmediği sürece bunlardan hangisinin edebiyata haiz olduğuna karar vermek çok da zor değildir.
İyi ve kötü, vicdan adını verdiğimiz o tuhaf duyguyla bile çözülemez asla. Raskolnikov vicdanını rahatlatmak, kısaca bir karşılık almak adına itirafta bulunur. Raskolnikov suçlarını itiraf etmese uykuları kaçacak, sayıklamalarına devam edecek ve hastalığı peşini bırakmayacaktı keza. Kieslowski'nin 3 Renk Kırmızı eserinde de Nietszche'den alıntı yapılan yargıç ve kadın sahnesini örnek gösterebiliriz buna. Eğer kadın araba çarpmış bir köpeği arabasına alıp onu kurtarmasaydı vicdanı onu sürekli rahatsız edecekti ve suçluluk duygusuyla yaşayacaktı aslında. Burada kadın bir dayatma sonucunda kurtarır köpeği, şüphe yoktur bunda. Karşılığı olmayan bir iyilik değildir ve Nietszche de sonuna kadar bunu savunur. İyi ya da kötüyü nasıl ele alabiliriz bu durumda? Yine başa döner ve şunları söyleriz: İyi ya da kötü etken, zaman, bilinç ve topluma göre adlandırılır. İçini doldurmaya çalıştığımız boş levhalardır ve öyle kalacaklardır doldurmadığımız sürece.
Descartes iç meşhur septik yaklaşımı olan corgito ergo sum ile başlar tüm hikayemiz. Descartes’ın her şeyden kuşku duyabildiğini fakat şüphe duymaktan kuşu duymadığı için şüphecilikle varlığı ilişkilendirir. Bunun derinleme incelemesini Martin Heidegger'in Varlık ve Zaman eserinde görürüz keza. Peki Descartes hemen her şeyden şüphe duyabiliyorsa ve bugün literatüre geçen iyi ya da kötü kavramları öncelikle bizim şüphe ve düşüncelerimizden geçmiyorsa, gerçekten de kısıtlı bilinçlerimizle algıladığımız kadar mıdırlar? Bunun için muhakkak öncelikle toplumun etik diye algıladığı kavramı gözden geçirmemiz gerekir.
Hırsızlığ ele alalım. Hammurabi kanunlarından bu yana hiçbir toplum hırsızlığa göz yummaz ve idama kadar giden yaptırımlarla suçlu bulduğu kişileri cezalandırır. Devletler dahi henüz oluşmamışken, halk kendi cezasını vermektedir bu suçu işleyenlere. Hatta bugün bile pek çok Güney Afrika ülkesinde devlet varlığını hissettiremese bile, gasp ya da hırsızlık suçu işleyen kişilerin kalemini bizzat halk kırar. Gerçekten de böyle midir? Hırsızlık suç mudur, bunu tartışamayız elbette. Yasalar önünde de, vicdanlar önünde de suçtur pek ala. Peki Howard Pyle hırsızlar için tam olarak ne hisseder de Robin Hood karakterini yaratır ve onu iyi niyetli bir hırsız olarak gösterir? Robin Hood'u okuyanlar sonunun oldukça hazin olduğunu görürler. Robin Houd sonuç olarak bir gaspçıdır, bir serseridir ve kolluk güçleri tarafından öldürülür. Yaşar Kemal'in İnce Memed'i dağa çıkan bir eşkıyadır fakat asıl hırsız Abdi Ağa'd. Her ne kadar asırlardır Abdi Ağalar gerçek savaşları kazansa da, roman da savaşın galibi İnce Memed olmuştur ve asıl hırsız olan Abdi Ağa İnce Memed tarafından öldürülmüştür. Gerek doğuda, gerek batıda hırsızlar pek sevilmez genel anlamda. Çünkü varlığını hissettiğimiz şey (canımız, malımız, sevdiğimiz) zarar gördüğü an kendimizi tehlikede hissederiz. Canımıza kast eden de, malımıza kast eden de bir hırsızdır bu bağlamda. Katiller de birer hırsızlardır ve sonuç olarak cezalandırırlar. Bunu hislerimizle genel etik kurallarına sığdırdığımız gibi zamanla yasalara da sığdırmışızdır. Aslında hemen her şey, hislerimizden yola çıkarak oluşturduğumuz normlardan gelir. Peki bu olaylara diğer karakterler gözünden bakarsak ne değişir?
Örneğin, Abdi Ağa'nın baş karakter olduğu ve kapitalizmin, sömürücülüğün ve hatta emek-yoğun ekonomi modelinin yer aldığı Çukurova'da, Abdi Ağa'yı haklı bulan hiç mi olmamıştır? Bu kitabı o dönemde yaşayan bir ağa, bir patron ya da yüksek mertebelerde yönetici olarak çalışmış bir kamu ya da devlet görevlisi muhakkak ki onun zalimliğini değerlendirirken kendisinde de bir şeyler bulacaktır. Onun alışılageldik yaklaşımı ve yaşam tarzı aslında Abdi Ağa'yı haklı çıkaracaktır. Nitekim, Abdi Ağa'nın tek amacı ve hatta yaşama tutunma arzusu sermayesini arttırmak, daha fazla hükmetmek ve hep daha fazlasını istemek olmuştur. Onun için bir sınır yoktur. Arttırmak, kazanmak ve istemek onun varoluş amacı olmasa bile bir süre varoluş aracı haline gelmiştir. Abdi Ağa'nın toprakları, atları ve arzuları olmasa Abdi Ağa aslında fiziken var olsa bile; ruhen çöküp gidecektir. Daha da ilginci, İnce Memed olarak bilinen ve iyi karakter olarak görülen kişinin varlığından haberdar olabilmemiz için öncelikle Abdi Ağa olmalıdır. Eğer Abdi Ağa'nın zulmü olmasa, İnce Memed'in onurlu ve erdemli sayılan direnişi de hiç olmayacaktı ve burada iyi olarak adlandıracağımız bir karakter de yaratılmamış olacaktı. Memed köyünde sıradan bir maraba olarak hayatına devam etseydi kısaca bir hiç olacaktı. Burada kötülüğü acımasızca eleştirmek yerine, iyiliğin sorgulanması daha rasyonel olacaktır keza. İyi ve kötü kavramları yer değiştirmese bile, varlıkları açısından birbirleriyle olan etkileşimleri bilhassa mecburidir.
Yine başka bir suç olan cinayet temasını ele alırsak; Rodyan Raskolnikov, Smerdyakov ya da Meursault birer katil olmasına karşın edebiyat çerçevesinde ne kadar iyidir ya da ne kadar kötüdür? Rodyan Raskolnikov'un Alyona Ivanovna ve onun kızkardeşi Lizaveta Ivanonva'yı vahşice katletmesine rağmen, bugün edebiyat dünyasında onu resmen gri bir karakter olarak görürüz. Kendisi ne kara, ne de ak gibi aktarılmıştır Dostoyevski tarafından. Zalim bir kadını ve onun tam aksine melek gibi olan Lizaveta'yı katleden Rodyan Raskolnikov'u gri yapan itiraflarıydı keza. Sonya ismindeki seks işçisinin ayaklarına kapanırken masum ve zavallı bir adama dönüşmüştü. Bu siyah ve beyaz görüntü bir araya gelince okuyucu da artık gri bir Raskolnikov görmeye başlamıştı. Onun için ne kötü, ne de iyi diyebiliyorduk. insan öldürmenin gerekliliğini öyle güçlü hislerle ifade etmişti ki belki de içinde biraz şiddete meyilli olan herkes Alyona'yı öldüren Raskolnikov'u o an içten içe tebrik ediyordu.
İyiyi de kötüyü de yaratan tamamen bizim kısıtlı bilinçlerimiz değilse ve iyi ya da kötü insan doğduğunda yanında bir bilinç kılavuzu olmadığı da aşikarsa; iyi ve kötü nasıl tanımlanabilir? Bu net bir biçimde tanımlanamaz. İyi ve kötü kavramları tıpkı Raskolnikov'u algılamaya çalışan okuyucunun manipüle edilmiş zihni kadar bulanıktır artık. Zihin ve bilincin ne kadar da tehlikeli olduğunu bizlere ispat eden Dostoyevksi, Karamazov Kardeşler kitabında ise Suç ve Ceza'daki Rodyan'ın aksine bilerek, zerre vicdan azabı duymadan korkunç bir cinayet işleyen Smardyekov'u yaratmıştır. Baba Karamazov bizzat üveyoğlu Smardyekov tarafından acımasızca katledilirken, kitabın başından beri nefret ettiğimiz Baba Karamazov ve onun katili olduğunu düşündüğümüz Mitya,ne derece kötü ve ne dercede iyidir, karar veremeyiz. Haksız yere katillikle suçlanan Mitya hapse girdiğinde ona üzülürüz fakat babasını öldürme isteğini her zaman içinden geçirdiğini de biliriz. Bir diğer kardeş Ivan Karamazo ise, cinayeti işlememesine rağmen kitabın sonlarına doğru gerçek katil olarak karşımıza çıkar aslında. Smardyekov ile olan konuşmasında; Smardyekov ona babasını öldürmek istediğini gözlerinden anladığını ve bunu bastırdığını, asla cesaret edemediğini açık açık gayet nazik bir dille ifade eder ve Ivan her ne kadar tepki vermiş olsa da; Smardyekov'u haklı bulur. Smardyekov sürekli dışlanmış, evin uşaklığını yapmış bir üvey oğul olsa da Ivan Karamazov'un bilincidir aslında. Kanlı canlı bir bilinçtir ve Ivan artık sanrılarında konuştuğu şeytanın bizzat Smardyekov olduğunu anlar. Bilincindeki o kötü yaratık, şeytan ya da her kimse onu artık ele geçirmiştir. Hapse giren Mitya, Smardyekov'u harekete geçiren Ivan, misyonunu tamamladıktan sonra yaşamına son veren ise Smardyekov'dur. İyilik meleği gibi duran, hemen herşeyi din ve inançla bastırmaya çalışan Alyoşa Karamazov ise olayların dışında, kayıtsız pasif bir suçludur. Bu cinayet dört kardeşin ortak çabalarıyla işlenmiştir aslında. İyiliği ya da kötülüğü böylesine kaotik bir dünyada kime atfedebiliriz ki?
Camus'un meşhur Yabancı eserindeki Meursault da aynı zamanda bir katildir. Kendisi varoluşçu, yarı nihilist bir karakter olduğu için pek çok şeyi anlamsız bulur. Annesinin ölümüne dahi zerre üzülmez. Hiç bir sebep yok denilebilecek bir durumda, havanın oldukça sıcak olduğu bir günde birkaç saat önce dostunun tartıştığı bir Arab'ı silahını çekerek öldürür. Birkaç saat önce, sırf ana karakter olmadığı için öldürülen o Araptan pek çoğumuz nefret etmiş, onu kötü karakter olarak kurban etmişizdir aslında. İnsan zihni böyledir. İyi ya da kötüyü seçmek için değişkenlere ve çevredeki etkenlere ihtiyaç duyar. Yönlendirilmeye ve manipüle olmaya o kadar müsaittir ki; yönlendirildiğini bildiği halde buna tepki vermez ve romanı akışında okumaya devam eder. Kitap bitmeden asla düşünemez kimin iyi, kimin kötü olduğunu. Meursault da aslında böyledir. Arapı öldürmesi bir suçtur ve bunun cezasını çeker; fakat asıl yargılandığı suç Arap'ı öldürmesi değildir. Hiç bir şeye inanmayan biri olması, annesinin vefatına dahi üzülmemesi ve mahkeme heyetinin bunları kendisine sorduğunda cevap vermemesidir. Kitabın bu bölümünde de suç da, suçlu da, sanık da, hakim de, iyi de, kötü de adeta rol değişir. Meursault'un hakimi yargılamaya başladığını hissederiz. Değişkenlikler baş gösterdiği vakit korkunç bir rahatsızlık kaplar içimizi ve artık şunu anlarız.
İyi ve kötü diye bir şey yoktur aslında, bilinç ve etkenler vardır. Toplumsal öğretiler, dogmalar, normlar ve tabular vardır. Edebiyat ise kökü edep kelimesinden gelmesine rağmen; bu sistemin bir parçası olmayı reddeder. Zira doğru ya da yanlış diye önümüze dayatılan bir eserle, sorgulamamızı bize hissettiren bir eser aynı noktada kesişmediği sürece bunlardan hangisinin edebiyata haiz olduğuna karar vermek çok da zor değildir.
İyi ve kötü, vicdan adını verdiğimiz o tuhaf duyguyla bile çözülemez asla. Raskolnikov vicdanını rahatlatmak, kısaca bir karşılık almak adına itirafta bulunur. Raskolnikov suçlarını itiraf etmese uykuları kaçacak, sayıklamalarına devam edecek ve hastalığı peşini bırakmayacaktı keza. Kieslowski'nin 3 Renk Kırmızı eserinde de Nietszche'den alıntı yapılan yargıç ve kadın sahnesini örnek gösterebiliriz buna. Eğer kadın araba çarpmış bir köpeği arabasına alıp onu kurtarmasaydı vicdanı onu sürekli rahatsız edecekti ve suçluluk duygusuyla yaşayacaktı aslında. Burada kadın bir dayatma sonucunda kurtarır köpeği, şüphe yoktur bunda. Karşılığı olmayan bir iyilik değildir ve Nietszche de sonuna kadar bunu savunur. İyi ya da kötüyü nasıl ele alabiliriz bu durumda? Yine başa döner ve şunları söyleriz: İyi ya da kötü etken, zaman, bilinç ve topluma göre adlandırılır. İçini doldurmaya çalıştığımız boş levhalardır ve öyle kalacaklardır doldurmadığımız sürece.
Yorumlar
Yorum Gönder