Cici Baba (Vicdan ve Kapitalizm Arasında Sıkışan Bir Hayat)

Doksanlarda en sevdiğimiz oyun, en şiddetli yediğimiz dayakların sebebiydi. Çeşmeden boş gazoz şişelerini doldurup üzerimize döktükten sonra ahşap betonarme arası apartman içlerine koşup birini yaka paça dışarı çıkarırdık. Beş altı yaşlarındaydık bunu yaparken ve genellikle gece gördüğümüz korkunç manzaraların ve olayların baş aktörlerini taklit ederdik. Islak ıslak eve girdiğimizde yediğimiz dayak üst başımızı mahvettiğimiz için değil, belki de bu kadar korkunç bir olayı canlandırma şımarıklığımızdan kaynaklıydı. Mahallemizdeki Ahmet Amcalarımızı, Ali Ağabeylerimizi çoğu zaman görürdük üzerlerine bir bidon su döküp yanan evlere koşarken ve içeriden canhıraş biçimde çoluk çocuğu ölü ya da sağ çıkarırken... Bu olayı belki kimileri sadece Okan Bayülgen'den bilirler Ağır Roman filminde fakat tap taze, yanık kokulu bir gerçektir bu. Doksanlarda inşaattan düşüp de üzerine gazete örtülen işçilere alışıktık varoş mahallelerde. Ölüm yanımızdaydı ve korkmazdık çocukken. 17 Ağustos'ta askerle beraber taşların arasından ceset çıkarırken de heyecanlanamadık belki de alışık olduğumuzdan o kokulara... Dedelerimizden öğrendiğimiz dualar ağzımızda, naaşlar kulağımızda. Doksanlarda canımızın kıymeti yoktu başka canlar karşısında. Vicdan görürdük kısaca doksanlarda. Ne güzel demiş şair:

"Doksanlarda zalimler biraz racon bilirdi
 Karıları, çocukları, köpekleri olurdu
 Dur gevşeme! Zulüm, Allah'tan hariç."

Doksanlar vicdanın öte aynasıydı aslında. Doksanların çocukları iyi bilirler bir elmayı dörde bölmeyi, bir muzu kapı aralarında gizlice yemeyi. Paylaşmaya kıyamasa bile yokmuş gibi yapmayı iyi bilirdi doksanların çocukları. Zengini de yoksulu da öyleydi.

En az görselde bulunan yakın dostu gibi acı acı baktığını hissettiğimiz Cici Baba’ya gelince..

Gerçek ismini bile bilmediğimiz, bir çoğumuzun varlığından bile bugün haberi olduğu Unkapanı'nın bir Cici Babas'sı vardı. Züppelerin homeless, halinden anlayanların da gariban diye tabir ettiği bir bireydi. Tanıdık bir simaydı. Çınaraltı'nın Hüseyin Avni Dedesi gibi, İstiklal Caddesi'nin Rahmetli Pala Şair'i gibiydi. Eskişehir Barlar Sokağı'nın Recep Dayısı gibiydi... Onlar kadar ünlü olmasa da, varlığını Unkapanı Köprüsünden geçenler, ergenken evden çekip gidip oralarda sabahlayanlar iyi bilirler. Bugün kapitalizm tarafından iğrenç, rezil, tam da bugünkü halimize yakışır bir şekilde katledildi Cici Baba. Tanrı belki ölmedi ama insanlık gerçekten öldü ve bunda hepimizin payı var... Artık o klişeleşmiş düsturlar gerçekten de can alıyor. El birliğiyle katlettik kendisini.

Cici Baba ev arkadaşları(!) ile birlikte Unkapanı köprüsünün altında hayatını idame ettiriyordu. Ağustos ayındaki sel, belediyemizin de katkılarıyla onu da arkadaşlarını da doğanın intikamına kurban etti. Oysa doğa insanlardan intikamını alırken kurunun yanında yaşı da yakmaktan çekinmez, kızamayız ona. Gözüne ilk kim çarptıysa onu aldı götürdü. Kimsenin Cici Baba'nın su altında kaldığından haberi bile olmadı. Ev arkadaşları ona ulaşamadı bir türlü. Herkesle bir lokmasını, bir yudum suyunu paylaşan, eline geçen üç beş kuruşun hesabını yapmadan sağına solundakine infak eden karun kadar zengin bir adamdı. Derken bir arabanın su altında kaldığını anlayan yüce gönüllülerimiz arabayı kurtarayım derken Cici Baba'nın cansız bedenine ulaştılar. Oysa onunla beraber su altında kalıp ölmesine ramak kala kurtarılan başka insanlar da vardı. Cici Baba'nın sel altında kaldığını gören de. Arkadaşlarının söylediklerine göre kimse koşmadı yardımına. Ayakkabısının, kıyafetinin çamura bulaşmasından, cep telefonunun ıslanacak olmasından korktular. Kolay mıydı? Belki taksit ödüyordu, kredi borcu vardı. Akıllı telefonu olmadan, Nike'ı, Adidas'ı olmadan yapabilir miydi şimdi o zavallı? Ne yapacaktı? Eminönü'nden otuz liraya mevsimlik spor ayakkabı alıp gezemezdi ya da akılsız telefon kullanamazdı. Onun aklını yönlendirmesi gereken daha akıllı bir varlık vardı artık.

Vicdan çağında değiliz ki. Doksanlar sona erdi. Kimse canını tehlikeye atmaz başkası için... İsmet Özel haksız artık, belki de yanıldığı için bıraktı şiir yazmayı. "Bize ne başkalarının ölümünden diyemeyiz, çünkü başka insanların ölümü en gizli mesleğidir hepimizin." diyerek ne büyük yanılgıya düşmüştü... Başkalarının hayatları, başkalarının hayatlarıdır. Bizim hayatımız, bizim hayatımızdır felsefesi hüküm sürüyor artık. İki bin onlar da, yirmiler de, otuzlar da böyle geçecek artık. Kusura bakma Cici Baba, sen üzerine seli alıp da seni cehennemvari bir yangından kurtarmaya çalışıp kendini feda edebilecek insanların çağından geçtin artık. Sen sosyal medyadaki duyarlılık çabasında olan insanların reklamı olarak birkaç günlüğüne bu iğrenç mezarlıkta yerini alacaksın, bağışlama sakın bizi.

Vicdan ve kapitalizm arasında sıkışıp kalan, yitip giden bir hayat var önümüzde. Bu ne ilk, ne son olacak. Amir Hattab'ın etkileyici intiharı da böyleydi, Cici Baba'nın tesadüfen naaşına ulaşılması da. Yunus Emre de keza asırlar evvel seslenmiş bize;

"Şurada bir garip öldü diyeler,
Üç gün sonra duyalar."

Vicdanımızı kapitalizmle birleşen o eşsiz, tek dişi kalan değil de sürekli dişlerini zalimlik mermerlerine bileyen canavarlarla birleştirdik artık. Kendi ellerimizle yarattığımız canavarın yemi olmak için onu besliyoruz inatla. Cici Baba'nın kursağındaki son lokma hepimizin utancı olsa da, bunu bilsek de bu canavarı besleyeceğiz. Yeni dünya düzeni, devlet anlayışları, toplumsal bilinç ve bireysel davranışlarımız bunu gerektiriyor keza. Teslimiyetçi ötesi determinist yaklaşımlarımızın kurbanları belki de bizzat biz olacağız. Oysa ne demişti Shakespeare;

"Değmez bu yangın yeri,
 Avuç açmaya değmez."

Madem değmiyor bu yangın yeri avuç açmaya, avuçlarımızı kızgın ateşlere sokma zamanı gelmedi mi başkalarının canı gitmesin diye? Biraz yara iyidir, yarayla alay etmemeyi öğreniriz en azından.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İyi ve Kötünün Edebiyat Üzerindeki Etkisi

Riso Amaro Üzerine

Görülmüştür Üzerine