Buf-i Kur (Kör Baykuş) Üzerine
Yaralar vardır hayatta, ruhu cüzzam gibi yavaş yavaş yiyen, kemiren yaralar."
Buf-i Kur ya da Türkçe adıyla Kör Baykuş bu cümleyle başlar ve İran'ın mistik, kasvetli ve zaman zaman korkunç sayılabilecek tüm havasını yavaş yavaş ruhumuza kazır. Yaklaşık yüz sayfa boyunca hemen her sayfasındaki derin ve kasvetli satırlarıyla beynimizi ve zihnimizi gerçekten de yaralar. İlk cümlesine sadık bir kitaptır ve bunu okuyucusuna hissettirir.
Sadık Hidayet kitaptaki ana karaktere mutlaka kendinden bir şeyler vermiş olmalıdır. Onun hayat hikayesini bilenler kitabın daha ilk sayfasında bunu kolayca sezeceklerdir. Varoluşsal sancılarına son vermek adına takım elbisesini ütüleyip giymiş, kiraladığı dairedeki hava gazını açmış ve soğuk mermere uzanarak hayatına son vermiş bir yazarın hayatı boyunca hissettiği yalnızlık, ötekileştirilme ve kabullenilmeme psikolojisini kitapta da görürüz çünkü. Annesi tarafından salgı salamaz ol diye bedduaya uğrayan bir örümceğin bir süre sonra salgılarıyla ağ yapamadan ölmesi ve bu örümcek yavrusunun kitaptaki ana karakterle özdeşleştirilmesiyle; dini inancı son derece zayıf olan ve bu yüzden ailesi tarafından reddedilen Sadık Hidayet'in arasındaki bağ tamamen tevafuktur, tesadüf değildir.
Platonik, hatta imkansız bir aşk hikayesi diyebileceğimiz kitabın aslında ilerleyen sayfalarda tam bir nefret ve tiksinti öyküsü haline geldiğini görürüz. Sadık Hidayet dönemindeki yazarların aksine sıradışı bir nefret öyküsü yazmış ve bunu keder, depresyon ve çaresizlikle harmanlamıştır. Peki Sadık Hidayet'in bunu yapmaktaki gerçek amacı nedir? Kör Baykuş aslında bir sonuçtur. Muhakkak bu kitabı kendisine yazdıran nedenler de vardır.
Eğer Sadık Hidayet mühendislik eğitimini bırakıp kendini yazarlığa vermemiş olsaydı, birçok öyküsünde özellikle ruhban sınıflarına olan kızgınlığını dile getirip din eleştirisi yapmasaydı (Hacı Ağa gibi), henüz çocukken bir kurban bayramında parçalanmış bir hayvanın halini halini beynini kazıyıp vejetaryan olmaya karar vermiş olmasaydı, böyle bir eser ortaya çıkar mıydı? İran gibi muhafazakar bir toplumda -her ne kadar şah döneminde daha demokrat bir ortamın oluştuğu savunulsa da şah döneminde dahi mahalle baskısının çeşitli kesimler üzerinde olduğu gerçeği örtülmüştür- din eleştirisi yapmak, inancı sorgulamak onun diri diri yalnızlık mezarına girmesine sebep olmuştur. Ailesinin ve dostlarının yüz çevirdiği, kitaplarının doğru dürüst satmadığı ve hatta yasaklandığı, loş bir odada kendisini boyamaya vermesine zemin hazırlayan bir yaşama merhaba demiştir. Sadık Hidayet aslında Kör Baykuş'ta da doğrudan kendisini anlatmıştır. Hemen hemen kimsesi yoktur, kendini boyamaya, afyona ve şaraba verir. Tıpkı Zweig gibi içinde bulunduğu toplumun artık tahammül edilemez hale geldiğini görür ve tamamen toplumdan soyutlanır.
Gerçekten de bu nefret romanı tıpkı Kafka'nın meşhur "Metamorfoz" öyküsünü anımsatır. Kendisine Doğu'nun Kafka'sı lakabının takılmış olması da boşuna değildir. Bu öyküde duvardan inip baş karakterin koynuna giren bir gölgenin derin bir aşkla kollanmasından, kimsenin ulaşamayacağı bomboş bir tarlaya gömülmesi de kasvetli ve korkunç bir dönüşüm hikayesidir. Gregor Samsa kendisini nasıl ki bir sabah dev bir böcek olarak buluyorsa, Kör Baykuş'un ana karakteri de kendisini saplantılı bir aşıkken birden eli kanlı bir katil olarak bulur. Kafka Dönüşüm'de sanayi toplumunu ve ekonomi kaygısının aile bireyleri üzerindeki baskısını apaçık dile getirirken, Sadık Hidayet ise sadece ön plana kendisini koyar ve kendisini soyutlamış olur. Kafka gibiler aslında toplumsal eleştiri yapıp dönemin memurlarını, bankacılarını, işçilerini anlatmaya çalışırken; Hidayet ise yalnızca kendisini ön plana çıkarır. Kitabın bir romandan ziyade, otobiyografi olduğunu Sadık Hidayet'in yaşam öyküsünü okuduğumuzda da anlarız.
Peki bu kadar çaresizliğin içerisinde kalan karakter, kendini acındırmaktan başka ne yapmıştır? Dikkatimizi odaklamamız gereken noktalardan birisi de; karakterin içinde bulunduğu depresif ortamla hiç bir şekilde mücadeleye girişmemiş olması ve teslimiyetçi bir bakışla olayların içinde yer almasıdır. Kitap tamamen kafkaesk bir atmosferde ilerleyip, okuyucuyu da en az karakter gibi içine çeker. Kendimize sorarız çoğu zaman; eğer karakter eskileri unutmaya çalışırken bildiğinden daha fazlasını anımsıyorsa, beynini uyarıcı madde ve alkolle daha kötü duruma sokuyorsa bunu sadece kendi mahremiyetini belirtmek için mi yapmıştır? Özellikle bizim gibi duygusal toplumların okuyup da etkilenmemesi mümkün değildir. Bu kitapta yazar, yarattığı karakterle kendisine işkence ederken biz okuyucuların da çoğu zaman gözlerine mil çekmiş, ciğerini dağlamış ve karamsarlık havuzunda yüzdürmüştür. Bu korkunç atmosferin gerçekten de herkesin eline geçiyor olması bir tehlike midir? Ya da farklı bir açıdan ele almak gerekirse; Sadık Hidayet bu kitapta okuyuculara asla kendisi gibi olmamalarını mı öğütlemiştir? Tek bir cümlesinde bile mutluluk adına bir şey anlatmayan, devamlı rahatsız edici ögelerle karşımıza çıkan ve bunu tekrar eden ve aşktan, evlilikten dahi soğutan bu kitabın yazıldıktan sonra yayınlanma amacı ne olabilir?
Cevap; gerçeklerle başbaşa kalmak. Çünkü yazarın anlattıkları aslında hepimizin çoğu zaman içinde tuttuğu gerçeklerdir. Hemen hepimiz imkansız aşklara düşeriz, fikirlerimiz yüzünden ötekileştiriliriz ve yalnızlığa mahkum ediliriz çoğu zaman. Fakat bu gerçekleri sürekli olarak bastırır ve kimseye hissetirmemeye çalışırız. Amacımız hayatta kalmaktır, ölmek değildir.
Burada elbette Sadık Hidayet'in neden böle karamsar bir kitap yazdığını eleştiremeyiz veya onu insanları depresyonla sürüklemekle suçlayamayız. Çünkü önümüzde çok daha hazin bir hikaye yatar. Sadık Hidayet bu öyküsünü de intiharından birkaç saat önce yakıp kül etmiştir. Tıpkı Kafka gibi pek çok eserini yok eder ve bazı dostlarının uğraşları sonucunda kitaplarından haberdar oluruz. Belki de umutsuzluğunun, içinde tuttuğu yasların ve korkunç gerçeklerin bizlerin de üzerimize sıçramasından pişmanlık duyacağını düşündüğü için kitaplarını yakıp kül eder. Bunu tam olarak bilemesek de, derin bir vicdan sahibi olduğundan eminizdir. Kendisini yok eden, yine vicdanıdır keza.
İşlemediği suçlardan dolayı kendisini sürekli suçlu hisseden bir karakterin çektiği vicdan azabından daha kötü ne olabilir?
Eğer Sadık Hidayet mühendislik eğitimini bırakıp kendini yazarlığa vermemiş olsaydı, birçok öyküsünde özellikle ruhban sınıflarına olan kızgınlığını dile getirip din eleştirisi yapmasaydı (Hacı Ağa gibi), henüz çocukken bir kurban bayramında parçalanmış bir hayvanın halini halini beynini kazıyıp vejetaryan olmaya karar vermiş olmasaydı, böyle bir eser ortaya çıkar mıydı? İran gibi muhafazakar bir toplumda -her ne kadar şah döneminde daha demokrat bir ortamın oluştuğu savunulsa da şah döneminde dahi mahalle baskısının çeşitli kesimler üzerinde olduğu gerçeği örtülmüştür- din eleştirisi yapmak, inancı sorgulamak onun diri diri yalnızlık mezarına girmesine sebep olmuştur. Ailesinin ve dostlarının yüz çevirdiği, kitaplarının doğru dürüst satmadığı ve hatta yasaklandığı, loş bir odada kendisini boyamaya vermesine zemin hazırlayan bir yaşama merhaba demiştir. Sadık Hidayet aslında Kör Baykuş'ta da doğrudan kendisini anlatmıştır. Hemen hemen kimsesi yoktur, kendini boyamaya, afyona ve şaraba verir. Tıpkı Zweig gibi içinde bulunduğu toplumun artık tahammül edilemez hale geldiğini görür ve tamamen toplumdan soyutlanır.
Gerçekten de bu nefret romanı tıpkı Kafka'nın meşhur "Metamorfoz" öyküsünü anımsatır. Kendisine Doğu'nun Kafka'sı lakabının takılmış olması da boşuna değildir. Bu öyküde duvardan inip baş karakterin koynuna giren bir gölgenin derin bir aşkla kollanmasından, kimsenin ulaşamayacağı bomboş bir tarlaya gömülmesi de kasvetli ve korkunç bir dönüşüm hikayesidir. Gregor Samsa kendisini nasıl ki bir sabah dev bir böcek olarak buluyorsa, Kör Baykuş'un ana karakteri de kendisini saplantılı bir aşıkken birden eli kanlı bir katil olarak bulur. Kafka Dönüşüm'de sanayi toplumunu ve ekonomi kaygısının aile bireyleri üzerindeki baskısını apaçık dile getirirken, Sadık Hidayet ise sadece ön plana kendisini koyar ve kendisini soyutlamış olur. Kafka gibiler aslında toplumsal eleştiri yapıp dönemin memurlarını, bankacılarını, işçilerini anlatmaya çalışırken; Hidayet ise yalnızca kendisini ön plana çıkarır. Kitabın bir romandan ziyade, otobiyografi olduğunu Sadık Hidayet'in yaşam öyküsünü okuduğumuzda da anlarız.
Peki bu kadar çaresizliğin içerisinde kalan karakter, kendini acındırmaktan başka ne yapmıştır? Dikkatimizi odaklamamız gereken noktalardan birisi de; karakterin içinde bulunduğu depresif ortamla hiç bir şekilde mücadeleye girişmemiş olması ve teslimiyetçi bir bakışla olayların içinde yer almasıdır. Kitap tamamen kafkaesk bir atmosferde ilerleyip, okuyucuyu da en az karakter gibi içine çeker. Kendimize sorarız çoğu zaman; eğer karakter eskileri unutmaya çalışırken bildiğinden daha fazlasını anımsıyorsa, beynini uyarıcı madde ve alkolle daha kötü duruma sokuyorsa bunu sadece kendi mahremiyetini belirtmek için mi yapmıştır? Özellikle bizim gibi duygusal toplumların okuyup da etkilenmemesi mümkün değildir. Bu kitapta yazar, yarattığı karakterle kendisine işkence ederken biz okuyucuların da çoğu zaman gözlerine mil çekmiş, ciğerini dağlamış ve karamsarlık havuzunda yüzdürmüştür. Bu korkunç atmosferin gerçekten de herkesin eline geçiyor olması bir tehlike midir? Ya da farklı bir açıdan ele almak gerekirse; Sadık Hidayet bu kitapta okuyuculara asla kendisi gibi olmamalarını mı öğütlemiştir? Tek bir cümlesinde bile mutluluk adına bir şey anlatmayan, devamlı rahatsız edici ögelerle karşımıza çıkan ve bunu tekrar eden ve aşktan, evlilikten dahi soğutan bu kitabın yazıldıktan sonra yayınlanma amacı ne olabilir?
Cevap; gerçeklerle başbaşa kalmak. Çünkü yazarın anlattıkları aslında hepimizin çoğu zaman içinde tuttuğu gerçeklerdir. Hemen hepimiz imkansız aşklara düşeriz, fikirlerimiz yüzünden ötekileştiriliriz ve yalnızlığa mahkum ediliriz çoğu zaman. Fakat bu gerçekleri sürekli olarak bastırır ve kimseye hissetirmemeye çalışırız. Amacımız hayatta kalmaktır, ölmek değildir.
Burada elbette Sadık Hidayet'in neden böle karamsar bir kitap yazdığını eleştiremeyiz veya onu insanları depresyonla sürüklemekle suçlayamayız. Çünkü önümüzde çok daha hazin bir hikaye yatar. Sadık Hidayet bu öyküsünü de intiharından birkaç saat önce yakıp kül etmiştir. Tıpkı Kafka gibi pek çok eserini yok eder ve bazı dostlarının uğraşları sonucunda kitaplarından haberdar oluruz. Belki de umutsuzluğunun, içinde tuttuğu yasların ve korkunç gerçeklerin bizlerin de üzerimize sıçramasından pişmanlık duyacağını düşündüğü için kitaplarını yakıp kül eder. Bunu tam olarak bilemesek de, derin bir vicdan sahibi olduğundan eminizdir. Kendisini yok eden, yine vicdanıdır keza.
İşlemediği suçlardan dolayı kendisini sürekli suçlu hisseden bir karakterin çektiği vicdan azabından daha kötü ne olabilir?
Yorumlar
Yorum Gönder