Jane Arden ve Türkiye'deki Kafaesk Hayatlar Üzerine (Amir Hattab'ın Sonu)
Jane Arden pek de bilmediğimiz, sıradışı bir yönetmen. Biz cumhuriyet kurmadan 2 yıl evvel doğmuş, 20 aralık 1982 yılında kendi isteğiyle hayata gözlerini yummuş bir kadın. Aktrist, senarist ve romancı. Bunlardan daha da önemlisi, ciddi bir aktivist ve feminist bir kadın. İngiltere'nin o soğuk ve kasvetli havasını hemen her filminde ortaya çıkarmış. Otherside of the Underneath, Seperation, Anti-Clock gibi filmlerle, İngiltere gibi medeniyetin ve uygarlığın en önemli temsilcilerinden biri olarak sayılabilecek bir ülkedeki kabul edilmemiş pek çok gerçeği ortaya çıkarmıştır. Her şeyin Londra Borsası etrafında döndüğü varsayılan bu ülkenin bu kadar gerçeği kabul edip, düpedüz yaşaması nasıl kafkaesk bir ortam oluşturmuştur, bunun üzerine de biraz biz zihinlerimizi yoralım. Belki çok güzel cevaplar verebilir, ya da çıkarımlarda bulunabiliriz.
Biraz da bu yazının yazıldığı coğrafyaya gelirsek, birkaç yıl evvel gözümüzün önünde yaşanan bir olaya bakalım ve ne kadar da korkunç, kafkaesk bir ortamda nefes aldığımızı hatırlayalım.
Amir Hattab, ülkesindeki iç savaştan kaçmış ve Türkiye'ye sığınmış bir mülteciydi. Yaşamına kendi isteğiyle son verirken pek de alışık olmadığımız bir intihar yöntemini seçti. Rögar kapağını açtı ve kendini kanalizasyona bıraktı. Cebinden kaç lira çıktı, bakmakla yükümlü olduğu kaç kişi vardı bu 36 yaşındaki adamın bilmiyoruz. O kanalizasyon sularında hepimizin yıkandığı gerçeğini ise tartışmaya gerek bile yok ki; bu utancı hemen hepimiz taşıdık ve sonra utançla yaşamayı alışkanlık haline getirerek utanmamaya başladık. Vicdanlarımız Amir Hattab'ın cebinde kaldı ve o kanalizasyonda o gün yok oldu.
Peki gerçekten de durum böyle miydi? Bu intihar bir amaç taşımış, Amir Hattab hepimizi utandırmak istemiş miydi?
Albert Camus'un Sisifos Söyleni eserinde; intiharın ve hatta yaşamın anlamsızlığı, absürtlüğü üzerine olan çıkarım ve tespitlerle bu olayı ilişkilendirmek mümkün olduğu gibi, olayın tamamen kalplerimize işleyen ve beynimizde seken kısmını da görmek mümkün. Kısaca; yaşamın anlamsızlığını intiharla anlamlandırmaya çalışırken içinde bulunduğumuz durumu manalı bir hale getirmek; gerçekten de içinden çıkamayacağımız kadar absürt fakat kabul edilebilir bir durumda olduğumuzun göstergesi.
Amir Hattab'ın hazin sonu, üzerimize çok fazla şey kattı. Belki de içine atladığı lağımın içinde biriken tüm pisliği ayyukaya çıkardı. Ne kadar duyarsızlık, kapitalist toplumun getirdiği çıkmaz, ölü bedenler üzerine söylenen yalan varsa hepsi birer irin tanesi gibi üzerimize fışkırdı.
Kafkaeskliği; burada bir kaç gün konuşmak ve olayı unutarak ve gerçek dışı olması gereken bir durumu gerçek hale getirip ona alışarak ve onunla yaşayarak inşa ettik.
Joesph K ya da Gregor Samsa gibi bilmediğimiz suçlarla, hislerle yargılanıp ya hapse girip mahkemede ne söyleyeceğimizi düşünüyor ya da böceğe dönüştükten sonra o odada kalıp kalamayacağımızın telaşına düşüyoruz.
Oysa İsmet Özel şöyle demişti Üç Frenk Havasında...
"Bize ne başkasının ölümünden demeyiz,
Çünkü başka insanların ölümü en gizli mesleğidir hepimizin.
Başka ölümler çeker bizi ve bazen başkaları ölümü çeker."
Jane Arden'ın, mücadele ettiği kadın hakları ve kadın olma psikolojisinin, Amir Hattab'ın ve sefaletin, çaresizliğin psikolojisi ölüm ile sonuçlanıyorsa, ikisinin de bir yerlerde yollarının kesişebileceğini söylememiz mümkündür. İkisinin de kaderinde normalleştirilme vardır ve normalleştirmenin onları getirdiği nokta aynıdır.
Oysa ölüm düşüncesi, unutma denen şey olmadığı vakit ne kadar da korkunçtur, değil mi?
Daha nicesi vardır elbet... Cebinden yirmi lira çıkan ve atanamadığı için kendini öldüren öğretmen, öğrencisinin eşofmanı olmadığı için onu sınıftan kovan ve o öğrencinin babasının intiharına sebep olan öğretmen, atanamadığı için fabrikada işçi olarak çalışıp preste sıkışıp can veren öğretmen. Bir şeyler öğreniyoruz bu durumlara alışmakla, normalleştirmekle susarak.
Kafka'yı birkaç günlüğüne öbür dünyadan çağırıp Türkiye'de ağırlasak ve sanayi toplumunun, kaygı bozukluğunun, hayatlara son vermenin üzerine bir şeyler yazmasını istesek önceki romanlarını gölgede bırakabilecek kadar eşsiz bir eser yazardı belki de. Hatta bunun senaryoya dökebilir, yönetmenlik koltuğunu da Jane Arden'a bırakabilirdi.
Ve sonuç muhtemelen şöyle olurdu...
Bütün bunları izleyip ertesi gün bambaşka bir hayata uyanmak yerine hiçbir şey olmamış gibi hayatımıza kaldığımız yerden devam ediyor olurduk. Kafkaesk yaşantılarımızla bizi bırakırlar ve mezarlarına geri dönerlerdi.
Amir Hattab ise bize bir yerleden acı acı gülümsüyor ve atladığı kanalizasyondaki o kızıl gözlü, simsiyah farelerle birlikte ara sıra bize birşeyler fısıldıyor olurdu. Rahatsız edici fakat alışılmış, uyuşuk, tuhaf bedenlerimize fısıltıları hiç susmazdı.
Susmuyor da..
Biraz da bu yazının yazıldığı coğrafyaya gelirsek, birkaç yıl evvel gözümüzün önünde yaşanan bir olaya bakalım ve ne kadar da korkunç, kafkaesk bir ortamda nefes aldığımızı hatırlayalım.
Amir Hattab, ülkesindeki iç savaştan kaçmış ve Türkiye'ye sığınmış bir mülteciydi. Yaşamına kendi isteğiyle son verirken pek de alışık olmadığımız bir intihar yöntemini seçti. Rögar kapağını açtı ve kendini kanalizasyona bıraktı. Cebinden kaç lira çıktı, bakmakla yükümlü olduğu kaç kişi vardı bu 36 yaşındaki adamın bilmiyoruz. O kanalizasyon sularında hepimizin yıkandığı gerçeğini ise tartışmaya gerek bile yok ki; bu utancı hemen hepimiz taşıdık ve sonra utançla yaşamayı alışkanlık haline getirerek utanmamaya başladık. Vicdanlarımız Amir Hattab'ın cebinde kaldı ve o kanalizasyonda o gün yok oldu.
Peki gerçekten de durum böyle miydi? Bu intihar bir amaç taşımış, Amir Hattab hepimizi utandırmak istemiş miydi?
Albert Camus'un Sisifos Söyleni eserinde; intiharın ve hatta yaşamın anlamsızlığı, absürtlüğü üzerine olan çıkarım ve tespitlerle bu olayı ilişkilendirmek mümkün olduğu gibi, olayın tamamen kalplerimize işleyen ve beynimizde seken kısmını da görmek mümkün. Kısaca; yaşamın anlamsızlığını intiharla anlamlandırmaya çalışırken içinde bulunduğumuz durumu manalı bir hale getirmek; gerçekten de içinden çıkamayacağımız kadar absürt fakat kabul edilebilir bir durumda olduğumuzun göstergesi.
Amir Hattab'ın hazin sonu, üzerimize çok fazla şey kattı. Belki de içine atladığı lağımın içinde biriken tüm pisliği ayyukaya çıkardı. Ne kadar duyarsızlık, kapitalist toplumun getirdiği çıkmaz, ölü bedenler üzerine söylenen yalan varsa hepsi birer irin tanesi gibi üzerimize fışkırdı.
Kafkaeskliği; burada bir kaç gün konuşmak ve olayı unutarak ve gerçek dışı olması gereken bir durumu gerçek hale getirip ona alışarak ve onunla yaşayarak inşa ettik.
Joesph K ya da Gregor Samsa gibi bilmediğimiz suçlarla, hislerle yargılanıp ya hapse girip mahkemede ne söyleyeceğimizi düşünüyor ya da böceğe dönüştükten sonra o odada kalıp kalamayacağımızın telaşına düşüyoruz.
Oysa İsmet Özel şöyle demişti Üç Frenk Havasında...
"Bize ne başkasının ölümünden demeyiz,
Çünkü başka insanların ölümü en gizli mesleğidir hepimizin.
Başka ölümler çeker bizi ve bazen başkaları ölümü çeker."
Jane Arden'ın, mücadele ettiği kadın hakları ve kadın olma psikolojisinin, Amir Hattab'ın ve sefaletin, çaresizliğin psikolojisi ölüm ile sonuçlanıyorsa, ikisinin de bir yerlerde yollarının kesişebileceğini söylememiz mümkündür. İkisinin de kaderinde normalleştirilme vardır ve normalleştirmenin onları getirdiği nokta aynıdır.
Oysa ölüm düşüncesi, unutma denen şey olmadığı vakit ne kadar da korkunçtur, değil mi?
Daha nicesi vardır elbet... Cebinden yirmi lira çıkan ve atanamadığı için kendini öldüren öğretmen, öğrencisinin eşofmanı olmadığı için onu sınıftan kovan ve o öğrencinin babasının intiharına sebep olan öğretmen, atanamadığı için fabrikada işçi olarak çalışıp preste sıkışıp can veren öğretmen. Bir şeyler öğreniyoruz bu durumlara alışmakla, normalleştirmekle susarak.
Kafka'yı birkaç günlüğüne öbür dünyadan çağırıp Türkiye'de ağırlasak ve sanayi toplumunun, kaygı bozukluğunun, hayatlara son vermenin üzerine bir şeyler yazmasını istesek önceki romanlarını gölgede bırakabilecek kadar eşsiz bir eser yazardı belki de. Hatta bunun senaryoya dökebilir, yönetmenlik koltuğunu da Jane Arden'a bırakabilirdi.
Ve sonuç muhtemelen şöyle olurdu...
Bütün bunları izleyip ertesi gün bambaşka bir hayata uyanmak yerine hiçbir şey olmamış gibi hayatımıza kaldığımız yerden devam ediyor olurduk. Kafkaesk yaşantılarımızla bizi bırakırlar ve mezarlarına geri dönerlerdi.
Amir Hattab ise bize bir yerleden acı acı gülümsüyor ve atladığı kanalizasyondaki o kızıl gözlü, simsiyah farelerle birlikte ara sıra bize birşeyler fısıldıyor olurdu. Rahatsız edici fakat alışılmış, uyuşuk, tuhaf bedenlerimize fısıltıları hiç susmazdı.
Susmuyor da..
Yorumlar
Yorum Gönder