Kayıtlar

Ağustos, 2019 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Jane Arden ve Türkiye'deki Kafaesk Hayatlar Üzerine (Amir Hattab'ın Sonu)

Jane Arden pek de bilmediğimiz, sıradışı bir yönetmen. Biz cumhuriyet kurmadan 2 yıl evvel doğmuş, 20 aralık 1982 yılında kendi isteğiyle hayata gözlerini yummuş bir kadın. Aktrist, senarist ve romancı. Bunlardan daha da önemlisi, ciddi bir aktivist ve feminist bir kadın. İngiltere'nin o soğuk ve kasvetli havasını hemen her filminde ortaya çıkarmış. Otherside of the Underneath, Seperation, Anti-Clock gibi filmlerle, İngiltere gibi medeniyetin ve uygarlığın en önemli temsilcilerinden biri olarak sayılabilecek bir ülkedeki kabul edilmemiş pek çok gerçeği ortaya çıkarmıştır. Her şeyin Londra Borsası etrafında döndüğü varsayılan bu ülkenin bu kadar gerçeği kabul edip, düpedüz yaşaması nasıl kafkaesk bir ortam oluşturmuştur, bunun üzerine de biraz biz zihinlerimizi yoralım. Belki çok güzel cevaplar verebilir, ya da çıkarımlarda bulunabiliriz. Biraz da bu yazının yazıldığı coğrafyaya gelirsek, birkaç yıl evvel gözümüzün önünde yaşanan bir olaya bakalım ve ne kadar da korkunç, kafkaesk bi

Zaman, Mekan ve Beden (Varoluşçuluk Üzerine Tezler)

Jean Paul Sartre, hemen yazdığı tüm romanlarında "varoluş" konusunu derinlemesine incelemiştir. Camus'un aksine, işin absürt değil ciddi boyutlarını ele almış ve şu kanıya ulaşmıştır: "Varoluş özden önce gelir." Varoluşun özden önce gelmesiyle demek istediği ise açıktır. İnsanlar da, nesneler de belirli bir amaç için var olurlar ve kendi özlerini yani amaçlarını, neye yaradıklarını, ne için var olduklarını belirlerler. Burada John Locke'un tabula rasa (boş levha) teorisi ile de bir kesişme söz konusundur. İnsan amaçsız, içi boş bir levha gibi doğar ve kendine zamanla anlam yükler. Camus'un dediği gibi ne amaçsız, ne anlamsızdır. Ölümün de, yaşamın da amacını da rasyonelliğini de yine insan belirler. Bedensel varoluşlarımız bir yana, beynimizde akan düşünceler, hislerimiz, yaklaşımlarımız da bizi var eder. John Clare I am (Varım) adlı şiirinde, varlığını sanatında konuşturmaya çalışmıştır belki de. Biraz üzerinde düşünürsek, John Clare'ı bilmemizde es

Pi Üzerine

Resim
Darren Aronofsky eseri olan, 1998 yapımı "Pi" türlü uğraşlarla, imkansızlıkların içerisinde çekilmiş, dönemin şartlarına göre adeta şaheser sayılabilecek bir yapımdır. Filmin hikayesinden kısaca bahsedecek olursak; Max, borsa tahminleri üzerinden geçimini sağlayan bir matematikçidir. Kendisini dünyadan dışlamış, evindeki odasını büyük bilgisayarlarla yaşam alanı haline getirmiş, sosyopat sayılabilecek bir adamdır. Tek arkadaşı, daha doğrusu hocası olan Sol da tıpkı Max gibi uzun yıllarını matematiğe ve pi sayısına verdikten sonra inzivaya çekilmiş, go oyunu ve kitaplarla zaman öldürmekte olan bir dehadır. Max'in zoraki olarak görüştüğü kişi ise, gayet alımlı ve güzel bir kadın olan komşusu Devi'dir. Max neredeyse nefes aldığı her an Pİ'nin sırrını çözmeye çalışır. Pİ sayısının 3,1415926535 şeklinde devam edip, virgülden sonraki hanelerin hiç bir düzene uymadan (irregular) ilerlediğinin sebebini araştırır. Max'a göre mutlaka bir nedeni ve formülize edilmiş bir

Paths of Glory (Zafer Yolları) Üzerine

Resim
Stanley Kubrick'in 1957 yılında yönetmenliğini yapmış olduğu Zafer Yolları, 1.Dünya Savaş'ını tüm çıplaklığıyla anlatmaktan ziyade, savaşı sadece bir unsur olarak kullanan başarılı bir sistem eleştirisidir. Stanley Kubrick'in bu filmi diğer filmlerine göre nedense çok bilinmez. Full Metal Jacket'daki gibi sistem ya da savaş psikolojisi bir kara mizah olmak yerine, son derece gerçekçi ve ciddi bir konu olarak ele alınmıştır. Albay Dax, idealist bir asker olup görevini layığıyla yerine getirmek için sadece düşmanla değil, kendi etrafındaki ast ve üstleriyle de zaman zaman savaşmaktadır. Siperlere girmesi, atılan bombalardan etkilenmesi, önünde askerlerinin yaralanması ya da öldürülmesi onun için ne kadar sıradan bir hale geldiyse, savaş psikolojisinin etrafındakilere vermiş olduğu duyarsızlık, acımasızlık, adaletsizlik ve bencillik de bir o kadar sıradanlaşmıştır. Savaş esnasında Almanya'nın metalaştırdığı ve hatta yücelttiği  aryan blood   artık Fransa'nın da üze

Buf-i Kur (Kör Baykuş) Üzerine

Resim
Yaralar vardır hayatta, ruhu cüzzam gibi yavaş yavaş yiyen, kemiren yaralar." Buf-i Kur ya da Türkçe adıyla Kör Baykuş bu cümleyle başlar ve İran'ın mistik, kasvetli ve zaman zaman korkunç sayılabilecek tüm havasını yavaş yavaş ruhumuza kazır. Yaklaşık yüz sayfa boyunca hemen her sayfasındaki derin ve kasvetli satırlarıyla beynimizi ve zihnimizi gerçekten de yaralar. İlk cümlesine sadık bir kitaptır ve bunu okuyucusuna hissettirir.  Sadık Hidayet kitaptaki ana karaktere mutlaka kendinden bir şeyler vermiş olmalıdır. Onun hayat hikayesini bilenler kitabın daha ilk sayfasında bunu kolayca sezeceklerdir. Varoluşsal sancılarına son vermek adına takım elbisesini ütüleyip giymiş, kiraladığı dairedeki hava gazını açmış ve soğuk mermere uzanarak hayatına son vermiş bir yazarın hayatı boyunca hissettiği yalnızlık, ötekileştirilme ve kabullenilmeme psikolojisini kitapta da görürüz çünkü. Annesi tarafından salgı salamaz ol diye bedduaya uğrayan bir örümceğin bir süre sonra salgıl

Delikler

Delikler Lodos esmekten, yağmur yağmaktan, bozkır susmaktan usandı. Ne bir ağaç çatırdadı, ne gökyüzü parladı, ne de deniz kulağıma bir şeyler fısıldadı. Her şey sessizliğinde boğuluyor, herkes sükunetine gömülüyor her bakışımda. Bakmasam eminim her şey olağan düzeninde ilerleyecek, doğa kendi halinde biçecek ekinlerini. Her bakışım ayrı bir susmayı getiriyor artık. Evime dönüyorum, ahali toplanmış. Kahkahaların, konuşmaların, yemek kokularının arasında canım yanıyor susmaktan. Bir ruh gibi tepelerinde geziyor, izliyorum ve tahlil ediyorum hepsini. Sessiz bir gürültü hakim. Ahırdaki atlar bile samana hasret, sessiz sessiz kişniyorlar. Gitsem yanlarına sessizce göğsüme çifte atıp öldürecekler beni. Annem gözlerime bakıyor, sus diyor. Tabağıma bakıyor, tabağıma bakıyorum. Gözlerimi başka yöne çeviremiyorum. Babamın kulakları bildim bileli duymaz. Sadece duyması gerektiği kadarını duyar. Artık gözleri de öyle bir huy edinmiş. Görebileceği kadarını görüyor, sınırı aşınca kendi ke

Gone Girl Üzerine

Resim
Gillian Flynn tarafından 2012'de yazılmış olan Gone Girl (Kayıp Kız) adlı roman, aynı zamanda 2014 yılında da David Fincher tarafından beyaz perdeye taşınmıştır. Filmin konusunu kısaca özetlemek gerekirse; aralarındaki ilişki git gide anormalleşmeye başlayan sosyopat bir adamla (Nick), obsesis-kompulsif bozukluğu olan bir kadının (Amy) birbirlerine ve kendilerine karşı olan mücadelenin verdiği korkutucu sonuçlardır diyebiliriz. İlk sahnelerde Amy'nin, Nick'e karşı gayet masum bir aşk beslediğini düşünürüz. Oysa Amy'nin Nick'le girdiği hemen tüm diyaloglarda kullandığı kelimelere dikkat edersek, Amy'nin pek de sağlıklı bir kadın olmadığını sezeriz. Nick, Amy ile tanışırken ona sadece "kimsin sen?" der. Romantik bir ortam oluşturma havasına giren Nick ise, aldığı şıklar karşısında sadece akıl yürütür. Zira Nick bir sosyopat olmasaydı, kimsin sen dediği kişiden alacağı cevap çok daha net ve kısa olurdu. C seçeneğinde ise dergiler için kişilik anketleri

Şems... (Yaşanmamış fakat gerçek bir hikaye)

Resim
Karıncanın rızkı kavrulmuş, beton üzerinde biten ot kurumuş, doğa tümden yorulmuş... Hastane camından içeri giren güneş kanımızı derin derin içine çekiyor hararetini gidermek için. Hepimizin gözü İlhami Bey'in üzerinde. Son arzusunu söyleyip ilk defa yalnız başına yolculuğa çıkacak belki de. Heyhat, konuşamıyor. Parmağını cama uzatıp tek kelime edebiliyor, "şems, şems!". Güneşi gösterdiklerini düşünüyor yanında bulunan erkanı ve akrabaları. Güneşi paketleyip veremezler, verseler bile elinin tersiyle iter canının son gramıyla, bilmezler ki. Ben bilirim bir tek o şemsi. Etrafını izliyor, hiçbir şeye bakmıyordu. Bakınca görecek neyi vardı zaten. Servetine rağmen defalarca kolalattığı kahverengi kadife gömleği, kolları yamalı ceketini ve eskimekten sıkılan pantolonu onunla bütünleşmişti. Göreceğini görmüş, göremediklerinden vazgeçmişti. Yaz kış taşıdığı elli senelik şemsiyesinin çiçek desenleri rengiyle birlikte solmuş, adeta naylon bir mezarın içinde gibiydi. Vazgeçemezdi on

Cici Baba (Vicdan ve Kapitalizm Arasında Sıkışan Bir Hayat)

Resim
Doksanlarda en sevdiğimiz oyun, en şiddetli yediğimiz dayakların sebebiydi. Çeşmeden boş gazoz şişelerini doldurup üzerimize döktükten sonra ahşap betonarme arası apartman içlerine koşup birini yaka paça dışarı çıkarırdık. Beş altı yaşlarındaydık bunu yaparken ve genellikle gece gördüğümüz korkunç manzaraların ve olayların baş aktörlerini taklit ederdik. Islak ıslak eve girdiğimizde yediğimiz dayak üst başımızı mahvettiğimiz için değil, belki de bu kadar korkunç bir olayı canlandırma şımarıklığımızdan kaynaklıydı. Mahallemizdeki Ahmet Amcalarımızı, Ali Ağabeylerimizi çoğu zaman görürdük üzerlerine bir bidon su döküp yanan evlere koşarken ve içeriden canhıraş biçimde çoluk çocuğu ölü ya da sağ çıkarırken... Bu olayı belki kimileri sadece Okan Bayülgen'den bilirler Ağır Roman filminde fakat tap taze, yanık kokulu bir gerçektir bu. Doksanlarda inşaattan düşüp de üzerine gazete örtülen işçilere alışıktık varoş mahallelerde. Ölüm yanımızdaydı ve korkmazdık çocukken. 17 Ağustos'ta as

Grace a Dieu (Yüzleşme) Üzerine

Resim
François Ozon'un son filmi Grace a Dieu (Türkçe çevrisiyle Yüzleşme) geçtiğimiz günlerde izleyiciyle buluştu. Türkiye'de Başka Sinema kapsamında izleyiciyle buluşan film François Ozon'un belki de şu an için doruk noktasıdır. Filmin asıl konusu; iğrenerek söylüyorum ki bu aralar pek çok kitapta, filmde de gördüğümüz ve hatta hatta yeryüzünün nasıl bir ahlaksızlık batağına dönüştüğünün en büyük göstergesi olan pedofilidir. Ozon filmde pedofiliyi ne bir intikam hikayesi, ne de psikolojik rahatsızlıkların temel nedeni olarak ele almış. Bu bağlamda filmde işlenen pedofili vakasının çok daha sıradışı ve vurgulu olduğunu görebiliriz. Film pedofiliyi işlerken aynı zamanda modern Devlet  anlayışı, aile ilişkilerinin çarpıklığı, toplumsal bilinç, kapitalizmin insanlar üzerinde yarattığı gelecek kaygısı, sorgulanmadan kabul edilen dini inanç sistemi, muhafazakar katoliklerin Orta Çağ'dan beri kıramadıkları kilise tabusu gibi pek çok konuyu da çarpıcı bir şekilde dile getirmiş ve h