Den Brysomme Mannen (Sorun Yaratan Adam) Üzerine

Sıkışmış ve hatta ezilip paramparça olmuş bir ruh bedeni o kadar güzel kullanır ki, beynimizin içindeki gecekonduları, lağımları, kömürlükleri bizlere saray olarak yansıtır. Beden ve ruh arasındaki ters orantı öylesine güçlüdür ki, nefes alırken yavaş yavaş mezara girdiğinin farkına bile varamaz insan. Bedeni yaşatmak, iyileştirmek ve güzelleştirmek ruhu öldürmekle başlar çünkü.

Hayatta kalmak adına enerjimizi, zamanımızı, beynimizi kiralamayanımız yoktur. Kiralayamayan ise kiralayamadığı için depresyondadır ve kiralamaya başladığı an içinde gizlediği hedonist kültür avcısını, kendini realite etmek için fırsat kollayan ruh düşmanını ortaya çıkarıverir. Hele ki vaktini ve potansiyelini bir odadaki bilgisayar, telefon ve evraklarla tüketiyorsa ve bunun farkındaysa yavaş yavaş ruhunu isteyerek ya da istemeyerek katlediyordur. Odasından çıktığı an sosyalleşmeyi penetrasyon, güzel bir yemek, biraz içki, sinema ile tamamlıyorsa da yine ruh katili olmak için elinden geleni yapıyordur aslında. Ruhunu katletmek zorundadır bedenen yaşamak için ve bedenen yaşayarak hayatta kalır, ruhunu teslim etmekten başka çaresi yoktur. Depresyona girmemek için, daha büyük bir depresyonu tercih eder Küçük bir odadır, belli saatlerin mahkumudur ve kendi zihninin gardiyanıdır. Normalleştirilen her anormal davranışın içinde sorunlarını yaratıyordur.

Hep daha iyisini ister, daha farklısını tatmak ister sorun yaratmak isteyenler. Sorun olmazsa, yaşam da olmaz insan için. Birden fazla erkekle ilişki yaşayan bir kadının kendi düzenini kaos sanır ve onun yüzünden kendi düzenini hiçe sayar tıpkı kahramanımız Andreas gibi. Halüsinasyonlarının esiri olur ve intihar etmiş bir adama tepki verilmemesini zihninde bastırmış olduğu yüzeysel yaşamsallık olarak görür. Gel gelelim, basit bir halüsinasyon değildir gördüğü. Odasına attığı ilk adım aslında kendi hapishanesine attığı ilk adımdır. Hapis karşılığında para kazanması ise ona göre ironik bir işkencedir aslında.

Ruhunu diriltmek ister insanlar gerçekleri görünce ve gerçeklerin onları yavaş yavaş delirtiyor olduğunu fark edince. Beden yavaş yavaş ölür. Bir trenin altında defalarca parçalanır, yok edilir ve dirilemeyecek kadar güçsüz hale gelir. Ruh dirilir ve hesabını sorar her şeyin.

Kimdir insanoğlu, neden vardır ve neden kendine yakın olan hayatı yaşamak zorunda kalmıştır? Seçimleri arasında sıkışıp kalan bir insan aslında buluduğu bozkırdan bir adım öteye gidemez. Hep o bozkırın ortasındadır ve yüksek binalar, şaşalı restaurantlar, kalbürüstü ya da elit olarak adlandırılan insanlar aslında geride bıraktığı bedenin esiri olduğu bir düzenin istemsiz dışa vurumculuğudur.

Andreas ruhunu bulmak ister ve ruhunu aramak için öncelikle karanlık dehlizlerin altındaki ürkütücü fakat merak uyandıran atmosferin içine girmek zorundadır. Acısız bir hayat yaşıyorsa, acı çekmeyen bilinci ona öyle bir acı çektirir ki parmağının koptuğunu sanır. Ruh beden denen hapishaneden kurtulmak ister ve rahatsızlık vermeye bilinçle başlar. Andreas dayanamaz ve kiraladığı bedeninin kepenklerini indirip ruhuyla bütünleşir.

Acı çeken bir insanın arayışı ile rehavetin esiri olmuş bir insanın gerçekleri değerlendirmesi arasındaki fark o kadar barizdir ki, rehavete alışan bir beden bir süre sonra çalışamaz hale gelir. Tekdüzelik, düzensiz bir düzen sevicilik ve öğretilen gerçeklerle yetinme içinde bulunduğumuz çağın en önemli hastalığıdır keza.

Ruhunu sıkıştıran bir beden mi, bedenini sıkıştıran bir ruh mu daha korkutucudur; hissetmeden bilemeyiz asla. Ruh bilince işkence edebiliyorsa, muhakkak sadece ruhuyla var olmaya çalışanlar için de bedenin de ürkütücü planları olabilir.

Ruh ve beden arasındaki tüm eşiklerin başımıza çökmeden atlatılması gerekir nihayetinde. Andreas bunun farkındadır ve beyaz yakalı çalışanların içinde bulunduğu durumu da gözler önüne serer gri bir tonla..


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İyi ve Kötünün Edebiyat Üzerindeki Etkisi

Riso Amaro Üzerine

Görülmüştür Üzerine